Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Doğayı Dile Getirmenin İdeolojik Yükü: "Kaynak" Değil "Varlık"

Kapitalist söylem ve onun eyleme dönüşen her girişimi, doğayı ve toplumu sürekli metalaştırıyor; “verimlilik”, “üretim” ve “büyüme” gibi kavramlar, yaşamın kendi değerini ikincil hâle getiriyor. Dünyayı ve politikayı daha iyi anlamak için, diğer birçok şey gibi dili de sorgulamak zorundayız. Çünkü dil, düşüncenin ve dolayısıyla eylemin temelini oluşturur. Ekolojik-politik bir farkındalık geliştirmek, doğaya bakışımızı değiştirmek, kavram setimizi ve dilimizi de değiştirmeyi gerektiriyor.

Doğayı Dile Getirmenin İdeolojik Yükü: "Kaynak" Değil "Varlık"

Dil ve kavramlar çoğu zaman göründüklerinden daha büyük veya daha farklı anlamların taşıyıcıları olurlar. Çünkü kullanılan dil düşünceleri sınırlar;  düşünceleri kontrol etmek isteyen iktidar ise kendi istediği dünyayı inşa ederken ve onu sürdürülebilir kılarken dilin gücünü de kullanır.

İktidar, sadece bir baskı aracı olmanın ötesinde ayrıca neyin “gerçek” olduğunu tanımlayarak varlığını sürdürür. Böylece kavramlar ve daha da ötesi dil, insan davranışlarının kontrolünde çeşitli zor aygıtlarından daha etkili bir iktidar enstrümanı şekline dönüşür.

Örneğin her birimizin diline yerleşmiş haliyle “doğal kaynak” kavramı kulağa masum ve teknik bir ifade gibi gelir. Üstelik çoğu zaman bu kavrama bir iyelik eki de eklenerek “kaynaklarımız” ya da “zenginliklerimiz” denilerek onlar üzerinde mülkiyet iddiası da bu kavrama ilave edilir.

Oysa bu sözcük, doğayı çıkarılabilir, satılabilir, paraya dönüştürebilir bir meta olarak konumlandıran, bunun dışında doğayı “değersiz” gören, bir varlığın değerli olma halini onun değişim piyasasındaki değerine indirgeyen, yani kısacası onu metalaştıran kapitalist bakışın dildeki yansımasından başka bir şey değildir. “Kaynak” kavramı da bu yaklaşımı dil üzerinden meşrulaştırır.

Bu yaklaşımla doğanın bir parçası olan ve doğa olmadan varlığını sürdürmesi olanaklı olmayan insan, doğayı sadece kendi çıkarına hizmet eden bir nesne olarak görür ve kendini tüm bu var olma halinin merkezine yerleştirir. Böylece insan hem doğayla hem de kendisiyle yabancılaşır. Tıpkı işçinin emeğinin kendi yaşamından koparılarak metalaşması gibi, doğa da “kaynak” olarak yeniden düzenlenir ve tüketilir. Böylece doğanın tüketilmesi de meşru ve kabul edilebilir hale gelir.

Bu bakış açısı, yalnızca doğayı değil, doğayla kurulan toplumsal ilişkileri de etkiler. Böylece suya, ormana, toprağa, bitkisel varlıklara erişim, ekonomik değer üzerinden yeniden belirlenir ve ekolojik yıkım yasal ve ekonomik gerekçelerle meşrulaştırılır. İktidarın son bir iki yıl içinde çıkardığı yasalara bakıldığında ekolojik yıkımın yasal alt yapısının nasıl güçlendirilmekte olduğu açıkça ortaya çıkıyor.

Tarım, madencilik, enerji ve inşaat gibi sektörlerde, “kaynak yönetimi” adı altında gerçekleştirilen uygulamalar, ekosistemin yok olmasına ve toplumsal adaletin ihlaline yol açıyor.

Oysa doğayı metalaştırarak üretim girdisine dönüştürme anlayışının bir yansıması olarak “kaynak” denilen şey, doğadaki bir “varlık” olup, doğanın, gezegenin ve evrenin var olma halinin gerektirdiği zorunlu bir sonuçtur.

Doğa gibi doğanın ayrılmaz parçaları olan “varlıklar” da var olmaktan dolayı kendi başına ve kendi oldukları için bir değer taşırlar. Var olanın değerini onun insanların faaliyetlerindeki kullanılabilirliği veya ekonomik süreçlerdeki işlevi belirlemez. 

“Varlık”, her ağacı, her nehri, her toprağı, yerkabuğu içindeki her minerali kendi özgün ve bağımsız değeriyle görmeyi ve insanı da onun bir parçası olarak konumlandırmayı gerekli kılar. Kavramlar böylece iktidarların inşa ettiği dil yerine farklı ve “varlık”ların var oluş hallerine uygun bir ekolojik-politik perspektif kazanır. Böylece doğayı metalaştırmak yerine korumanın, anlamanın ve onunla birlikte var olmanın üzerine daha fazla düşünme zemini güçlenir.

Bir ağacı “odun kaynağı” olarak değil, ekosistemin bir varlığı ve yaşam zincirinin bir parçası olarak görmek, onun yok edilmesini parasal bir kayıp olarak değil, bir varlığın yok oluşu olarak anlaşılmasını sağlar.

Örneğin, bir nehir sadece enerji üretimi açısından “değerlendirildiğinde” yapılan şey bir “kaynak kullanımı”dır. Ancak aynı nehirdeki ekosistem, balık popülasyonu ve o nehrin bölgedeki tüm canlıların yaşamını etkileme biçimi düşünüldüğünde, nehri sadece enerji üretimi için kullanmayı “değer” haline getiren yaklaşım, bir varlığın yok edilmesi anlayışına dönüşür.

Türkiye’de ve dünyada maden ruhsatları, suyun ticarileştirilmesi, enerji projeleri ve arazi kullanım politikaları, genellikle “kaynak yönetimi” çerçevesinde sunuluyor. Bu bakış açısı, ekonomik ve politik çıkarları meşrulaştırmak için dili bir araç hâline getiriyor.

Kapitalist söylem ve onun eyleme dönüşen her girişimi, doğayı ve toplumu sürekli metalaştırıyor; “verimlilik”, “üretim” ve “büyüme” gibi kavramlar, yaşamın kendi değerini ikincil hâle getiriyor. Dünyayı ve politikayı daha iyi anlamak için, diğer birçok şey gibi dili de sorgulamak zorundayız. Çünkü dil, düşüncenin ve dolayısıyla eylemin temelini oluşturur. Ekolojik-politik bir farkındalık geliştirmek, doğaya bakışımızı değiştirmek, kavram setimizi ve dilimizi de değiştirmeyi gerektiriyor.

 Resim: Albert Bierstadt (1868)

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış