Şapolyo’nun dönemin Ankara’sı hakkında verdiği bilgiler, Ulus ve yakın çevresiyle sınırlı değil. Ankara yerli halkının oturduğu Samanpazarı, Hisariçi ve Hamamönü hakkında da ayrıntılı bilgi sunuyor:
“Samanpazarı semti Kurşunlu Camiden sonra başlamaktadır. 1923 yılına kadar Kurşunlu Camiin sol tarafındaki yokuştan çıkılırdı. Şimdiki geniş caddede evler, iki kişinin geçebileceği dar bir yol vardı. Buralar yıkılarak, cadde genişletildi. Samanpazarında Nakşibendi(42)dergâhı, camii ve Nakşibendi ilkokulu ve mezarlığı bulunmakta idi. Bir de güzel çeşme vardı. Bu civarda Keşiroğlu Hanı vardı. 1926 yılında buraları da yıkıldı. Kış odunu buradan temin edilirdi. Buradan dar bir yol Hamamönüne giderdi. Dibek önünden, sokak Hacı Mehmet Efendi oğlu Kadir Efendinin evi önünden aşağı inerdi...
eğlenirlerdi. Hamamönünden sonra Dullar Çayırı denilen bir mezarlık gelirdi. Yaz akşamları kadınlar buraya otururlar, Cebeci çayırında Ankaralı gençler
cirit oynarlardı. Bu çayırda ve Cebeci sırtlarında hiç
ev yoktu. Cebeci sırtının bir vadisinde meşhur Cebeci çeşmesi vardı. Bu nefis suyu içmeğe giderdik. Buralarda, meyve ağaçları vardı, yukarı tepede ise Abidin Paşanın köşkü bulunmakta idi. Sol tarafta ise Cebeci hastahanesi vardı. Bu hastahanenin altındaki yoldan Saymakadına(43), Mamak’a ve Üreğil(44)ile Kayaş(45) bağlarına gidilebilmekte idi. Buradan Yahşıhana kadar dekovil işlemekte idi. Milli Mücadelede, bizim mesire yerimiz Kayaş’tı.(46)"
Şapolyo, Koyunpazarı’nda en ünlü Ankara
efelerinin kasap dükkânlarının sıralandığını, bir de Azade Hanı’nın bulunduğunu belirttikten sonra Salıpazarı’na geçiyor. Salıpazarı Ankara’nın en büyük pazarının kurulduğu yer. “Burada semerciler, sandıkçılar, bakırcılar, sapancılar, orakçılar, urgancılar, sandıkçılar, sepetçiler, demirciler”in dükkânları sıralanıyor, yokuşun altında da tek katlı vitrini vitrinsiz küçük dükkânların bulunduğu kavaflar çarşısı yer alıyor. Buradan Çıkrıkçılar Yokuşuna gidiliyor.
Ankara’nın önemli semtlerinden birinin dört yanı Ankara Kalesi ile sarılmış Hisariçi olduğunu, buradaki iki katlı kerpiç evlerde “pek temiz ve eski âdetlere sadık insanlar” olan yaşayan Ankara halkının yaşadığını belirtir. Burada Hazreti Ali’nin (rivayeten) Arap akınları sırasında Hıdırlıktepe’den Kale’ye attığı ve düşmanın altında kalarak ezildiği taşın bulunduğunu yazar. Taş, “Ali Taşı” diye anılmaktadır. Halk taşın deliklerine parmak sokarak dilekte bulunur.
Bir öteki semt Kurşunlu Camiinin altına düşen, sokakları çok dar, evleri iki katlı Yahudi Mahallesidir. Ankara her yerden gelenlerle kalabalıklaşınca Ankaralılar ve özellikle Yahudiler evlerini gelenlere kiraya verirler.
“Yahudiler evlerini pansiyon yaptılar. İstanbul’dan kaçan arkadaşlara Yahudi mahallesinde oda aramak hemen her günkü işlerimiz arasında idi. Ben de bir aralık Yahudi mahallesinde bir oda tutmuştum. Arkadaşlara oda bulamayınca, bir odada on kişi yattığımız olur, sedir, halının üstü insanla dolardı. Kışın sobasız odada yatardık. Gelen arkadaşlar yedek subaysa hemen cepheye gider, çoğunun şehit haberini alırdık.” (s.68)
Milli Mücadeleye katılmak üzere yurdun dört bir yanından gelenlerin koşulları böyleydi de mücadeleyi yürüten Mustafa Kemal’in koşulları nasıldı? Şapolyo, Mustafa Kemal’in de bir bağ evinde aynı yoksul yaşamı sürdürdüğünü anlatır:
“İki katlı bu bağ evinin alt katındaki bir odası çalışma odası idi. Bu odasının tabanına beyaz bir ayı postu serilmişti. Yanındaki oda kütüphanesi idi. Burada kendisinin eski bir resmi ile annesinin bir fotoğrafı asılı idi. Banyosu pek basitti. Çinkodan yapılmış bir su deposu bulunmakta idi. Sıcak su bir kovaya dolar,
tasla yıkanırdı. Yukarıdaki yatak odası da pek basitti. Mavi rengi sevdiği için, battaniyesi de mavi renkte idi. Yaverlerin söylediğine göre mavi renkte entari ile yatarlarmış... Kırmızı karanfili de çok severmiş. Yemek masası, yemek takımları da basitti. En çok sevdiği yemek kuru fasulya, pilâv, bir de irmik helvası idi. (...) Çankaya Köşkünün bahçesinde ulu çınarlar, karakavaklar vardı. Bu köşk Ankara’ya hâkim bir noktada idi. Atatürk Milli Mücadeleyi sade bir hayat içinde Çankaya’dan idare etti.” (s.68-69)
Oturulacak ev bile bulmakta zorlanılan Milli Mücadele Ankarası’nda eğlenme-dinlenme olanaklarının son kertede sönük olması doğal. Şapolyo, Milli Mücadelenin son yıllarında, Atatürk’ün de gittiği, geceleri bir saz takımının müzik yaptığı, beyaz ceketli garsonların hizmet ettiği Teceddüt adlı bir lokanta(47)açıldığını, bir süre sonra yerini Zevk lokantasına bıraktığını anlattıktan sonra, daha çok evlerde toplanılarak yenilip içildiğini sonra çocukça oyunlar oynanarak eğlendiklerini anlatır.
Enver Behnan Şapolyo, dönemin Yenişehiri’ni de anlatır. Bugünün kentlileri için o dönemin Yenişehiri’ni imgeleminde canlandırabilmenin olanağı yok.
“Ankara Sultanisinde öğretmen iken, iyi havalarda talebelerimi alır, Yenişehir’in bulunduğu tarlalara götürürdüm. Ankaralılar bu araziye Tosbağa Yatağı derlerdi. Bu kurak arazide kaplumbağalardan başka canlı mahlûk yaşamazdı. Arasıra
Çankaya taraflarından iri kanatlarını yelpazeliyerek uçan kartalları çok görmüştüm. Kışın buralarda kurtlar dolaşır, Ankara Sultanisi önüne kadar gelirlerdi. Şimdiki Numune Hastahanesinin önüne kadar uzayan şehir burada biterdi. Numune Hastahanesinin önünden Çankaya’ya kadar hiç ev yoktu. Boş bir arazi idi. Kıraç olduğu için buğday da ekilmezdi. İncesuyun kenarına mısır, kavun, karpuz, bir de bal kabağı ekerlerdi. Meşrutiyet caddesinin bulunduğu bazı tepelerde bağlar vardı. Çünkü burada bir pınar vardı. Aynı yerde Salamon efendi adında bir yahudinin ahşap evi, bir de önünde cılız akasya ağacı vardı. Sonradan bu evde göz tabibi Esat Paşa(48) oturmuştu. Bu akasya ağacının dibinde Ankaralılar, Atatürk Ankaraya geldiği gün bir alaca dana kurban etmişlerdi.
Bu ağaç Erkanı Harbiye(49) binasının önündedir. Belediye bu ağacı kestirmedi. 1955 yılında bu ağacın önüne bir hatıra olarak bir kitabe konuldu. (...)
Bu arazinin Atatürk Lisesi tarafına Kanlı Göl denilir, buranın altı bir göl imiş. Talebelerimle bu arazide dolaşır, tepeleri üzerinde oturur, eski Ankara’yı seyirederdik, buralardan kuş uçmaz, kervan geçmezdi. Yalnız Dikmen, Çankaya, Esat’ta bağları olan Ankaralılar, eşeklerinin iki tarafında heybelerine yiyeceklerini
koyup, ellerindeki halkalı sopaları sallayarak, tıkır tıkır bağa giderlerdi. Yenişehirin bugünkü Atatürk Bulvarı tozlu bir yoldu. Bu yolda elli metrede bir at üzerinde Giresun taburundan muhafızlar(50) nöbet beklerlerdi. Yabancılar Çankayaya gidemezlerdi. Köşkün etrafında da taharri memurları dolaşıyor, yabancılardan hüviyet sorarlardı. Bu sebeple kimse o tarafa gitmeğe cesaret edemezdi. Çankaya köşkü bir kartal yuvası gibi sessizliğini muhafaza ederdi. Atatürk otomobiliyle şehre inerdi.
Burada kubbeli bir Selçuklu kümbeti bulunmakta idi. Tayyare Cemiyetinin bulunduğu yer de Yahudi mezarlığı idi. Burası o kadar tozlu idi ki, kimse buradan Yenişehir tarafına gitmeğe cesaret edemezdi.
Şehrin yolu Denizciler caddesinden Numune Hastahanesinin yanındaki yoldan geçerdi. Numune Hastahanesinin bulunduğu yerde taştan iki katlı Guraba hastahanesi vardı. Türkocağının bulunduğu tepeye namazgâh denirdi. Burada taştan bir mihrap vardı. Baharda burada kır çiçekleri açtığından Ankaralı kadınlar, buraya gelip çayırda otututlardı.. Bir de Ankara Lisesinin arkasında küçük bir tepe vardı. Buraya Develikönü denilirdi. Kadınlar akşamaları buraya gelip bağları seyrederlerdi. Ankara halkının mesire yeri Hatip çayı kenarı, bir de Bendderesi idi. Bendderesi kenarına Cumhuriyet Bahçesi açıldı. Akşamları ince saz çalardı.
Yenişehir düzlüğü, ta Cebeci hastahanesine kadar devam etmekte idi. (...) Maltepe tarafı da boşluktu. (...) Maarif Kolejinden Kurtuluşa doğru olan arazi(den)... sonra devam eden yerler de Valilerden Ankaralı Ekrem Engür’e aitti. Belediye bu kısmı fidanlık yapmak üzere metrekaresi yirmi beş kuruştan satın alıp, fidanlık yaptı. Maltepe tarafı arsaları otuz kuruştan, Şürayı devlet tarafından (tarafındaki- ÖŞ) arsalar bir liraya satıldı. Boş arazinin dörtte üçünü belediye, dörtte birini de
halk sattı. Yenişehir arsaları dönümü beş yüz liradan, metrekaresi yirmi beş kuruştan satıldı.” (s.70-71)
Şapolyo, Yenişehir arsalarını ilk alanları da sıralıyor. Daha sonra da Yenişehir’de ilk apartmanları yaptıranları açıklıyor. Çok geçmeden arsa spekülâsyonu başladığını, birçok açıkgözün halkın elindeki arsaları, tarlaları, bağları satın aldıklarını vurguluyor. Öte yandan kamu da yeni yeni yapılar yaptırmaktadır:
“Ankara’nın imarı için, 1924 senesi mayısında Ankara Şehir emaneti kuruldu. Yenişehir’de ilk defa şehir emaneti iki milyon 86 bin lira sarf ederek memurlar
için 198 ev yaptırdı. Bu evler memurlara sekiz yılda ödenmek üzere taksitle verildi. Yenişehir’de toplu olarak kurulan ilk mahalle burasıdır. Bu evler iki bin beş yüzer liraya çıkmıştı. Bu evlere rağbet eden pek olmadı. Bundan sonra Yenişehir’in bir kısmı sahiplerinden satın alınarak metrekaresi birer liradan, ev yaptıracaklara satıldı. (...)
Yenişehire ilk resmî bina Sıhhiye Vekâleti(51) sonra da Devlet Şûrası(52) yapıldı. (...) Yenişehir’de ilk sıra evler Mithat Paşa Caddesi üzerinde kuruldu. Bundan sonra da Atatürk Bulvarı birdenbire apartmanlarla doluverdi.” (s. 71-72)
Şapolyo, ilk yapılan resmi yapıların dökümünü de veriyor. Ankara’da en ateşli yapı etkinliğinin 1926 yılında başladığını, o yıl içinde 240 ev, 1927 yılında 367 yapı yapıldığını, kent büyüyünce Jansen’in getirtildiğini, bir de İmar Müdürlüğü kurulduğunu anlatıyor. Ankara’da arsa alıp satanlar arasından milyonerlerin doğduğunu, Ankara’daki arsa spekülâsyonunun bütün yurda bulaştığını, her yerde arsa ederlerinin yükseldiğini ve bu yolla zengin olanların çoğaldığını vurguluyor.
Bu konudaki izlenimlerini şöyle bağlıyor:
“Tarlalardan ibaret olan Yenişehir, dünyanın gıpta
ettiği modern bir şehir oldu. Elektrik, havagazı, su tesisatı hepsi tesis edildi. Ankara Türkiye’nin en modern ve konforlu bir şehri oldu. Milli Mücadele zaferle sona erince Ankara’ya ne tipler, ne monşerler doldu. En yüksek memuriyetlere girdiler, bu şehrin nimetlerinden faydalandılar. Hele tüccarlar birdenbire zengin olup çılgına döndüler. Ankara’nın imarı bütün memlekete numune oldu. Her yerde bir imar faaliyeti başladı.” (s.72- 73)
Ankara hâlâ ülkeye örneklik ediyor. Spekülasyon ve rant, bütün kentlerdeki imar etkinliklerini yönlendiren kavramlar.
NOTLAR
42 “Kurucusu Muhammed Bahaeddin Nakşibend (ö.1389) olan ... Nakşibendilik'te sohbet önemlidir. Sohbet, uygun
olan her yerde yapılabilir. İlla tekkede olması şart değildir. Nakşibendilik, Orta Asya, Hindistan ve Anadolu'da yayılmıştır. Osmanlı'da yaygınlığı, Tanzimattan sonra daha da arttı. Hatta en yaygın tarikat olduğu söylenebilir.” (Mehmet Demirci: İzmir’de Nakşibendilik, Yeni Asır, 3 1930 yılında bugünkü Cebeci’ye giden asfalt yol açıldı. Hamamönü meydanında Karacabey hamamı vardır. Burada bayramları salıncaklar kurulurdu. Çocuklar bayramları burada Mayıs 2013) {"Nâkış yapan" anlamına gelen Nakşibend; Nakşibendi mürşidlerinin (yol gösterenlerinin/kılavuzlarının), kalbi dünyadan ahirete bağladığı düşünüldüğü için bu adı almıştır. (Vikipedi)}
43 Saimekadın. Bir rivayete göre, Hacı Bayram-ı Veli soyundan gelen ‘Saime Hatun’un bugünkü Saimekadın semtinde bahçeleri bulunuyormuş. Semt bu bahçelerin sahibesinin adını almış. Geçmişte Saime Kadın bahçeleri diye anılan bahçelerden günümüzde
eser yok. Bahçelere adını veren Saime Kadının kim olduğuna değgin de herhangi bir kayıt kuyut yok. Belki var da, ben rastlayamadım. (Bu arada, Saime, oruçlu, oruç tutan anlamına geliyor.) Halk arasında anlatılan bir (belli ki yakıştırma) öyküye göre, Saime Kadın ile alışverişte bulunan biri, aldığının karşılığını getirip vermiş. Eline tutuşturulan bir tomar kaimeyi saymaya başlayınca, parayı veren eksiksiz olarak ödemede bulunduğunu anlatmak üzere, “Sayma kadın! Sayma kadın’” diye uyarmış. Böylece, kadının adı ‘sayma’dan türeyerek ‘Saime’ olmuş...
Yücel Hacaloğlu ayrımlı yorumlarını duyduğum ‘öykü’yü gönderdiği e-postada şöyle anlattı: “Millî Mücadele sıralarında, Saimekadın semtinden geçen trende askerler varmiş. Askerler bir hayli kalabalıkmış. O sırada bir kadın, askerleri saymaya başlamış. Orada bulunan bir ikisi de ‘sayma kadın sayma’ diye seslenmiş. Bunun üzerine, o semtin adının ‘sayma kadın’ ve giderek ‘Saimekadın’ haline dönüştüğü ifade edilmektedir.”
44 “Köyün geçmişi ve tarihi Oğuzlar'a kadar uzanmakta olup, Üreğir boyu (Yüreğir şeklinde de yazılır) Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuz Türkleri'nin 24 boyundan biridir. Bu boyların Üçoklar kolundan (sol kolundan)
Oğuz Kağan'ın oğlu Dağ Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir. Zaman içinde köyün adı Yüreğil'den Üregir olarak değiştiği, Osmanlı zamanında köyle ilgili bulunan padişah fermanlarından anlaşılmaktadır. Üregir’in kelime anlamı ise bolluk, bereket ve üretkenlik olarak açıklanmaktadır. Zaman içerisinde Üregir ismi de değişerek şu anki ismi olan Üreğil halini almıştır.” (Vural Yiğit, vikipedi özgür
Yorumlar (0)