Belém’de ise atmosfer bambaşkaydı. Üniversite kampüsüne yayılan yüzlerce etkinlik, 1.100’den fazla örgütün imza verdiği bir deklarasyon, onlarca ülkeden gelen toplam 23.000 kişilik heyet ve her gün kampüste dolaşan binlerce (çoğu genç ve kadın) insanla adeta geçici bir “karşı-kent” kurulmuş gibiydi. Yine de “az içeriden bakış” dedim, çünkü sadece coşku ve kalabalığı anlatmak değil; çelişkileri, gerilimleri ve bizim açımızdan dersleri de ortaya koymak gerekiyor.
Halkların Zirvesi kendini yıllardır “alternatif zirve”, “halk zirvesi”, hatta fiilen “karşı zirve” olarak kuran bir geleneğin parçası. Bu sefer de birçok örgüt ve aktivist, zirveyi COP süreçlerine karşı bir odak olarak gördü. Ama resmi dilde “karşı zirve” ifadesi özellikle kullanılmadı. Burada ilginç bir politik uzlaşma vardı. Bir yandan Lula hükümetinin zirveyi açıkça desteklemesi, bütçenin dörtte üçünü üstlenmesi ve süreçte Halkların Zirvesi’ni meşru bir muhatap olarak tanıması; diğer yandan giderek otoriterleşen sağ blokla (Bolsonarizm) net bir kopuşu sürdürme kaygısı bu dili şekillendirmiş görünüyor. Yani pratikte devletin iklim politikalarını, fosil yakıtlardan çıkıştaki isteksizliğini, Amazon’da petrol arama ısrarını hedef alan bir “karşı”lık var; ama kullanılan resmi dil çoğu kez “eleştirel ortaklık” gibi üçüncü bir yolu tarif ediyor.
Bu çelişkilerin tam ortasında Lula hükümetinin büyük gururla sunduğu Tropical Forests Forever Facility (TFFF- Sonsuza Kadar Tropik Ormanlar Fonu) bulunuyor. Kısaca TFFF, devasa bir fonu kurup bu fonun finansal getirisini tropik ormanlarını “ayakta tutan” ülkelere performansa dayalı ödemeler şeklinde aktarmayı vaat eden bir mekanizma. Resmi anlatı, ormanların piyasa tarafından değeri teslim edilmemiş bir “doğal sermaye” olduğu; bu fonun da ormanı koruyan ülkelere finansal ödül verdiği yönünde. Ama zirve boyunca koridorlarda, çadırlarda, atölyelerde en sert tartışmalar tam da bu başlık etrafında döndü.
Buradaki ironilerden biri şu: MST, yani Topraksız Köylü Hareketi, zamanında PT’nin kurucu bileşenlerinden biri olmasına rağmen, tam da TFFF konusunda hükümete en sert eleştirileri getiren aktörlerden. MST ve benzeri hareketler TFFF’yi, ormanı spekülasyon nesnesine çeviren, ekolojik krizi yaratan finansal mantığı “yeşil” bir ambalajla geri getiren bir araç olarak tarif ediyor. Ormanı yaşayan bir ekosistem değil, “varlık sınıfı” olarak tanımladığı; kararlara Dünya Bankası ve finans aktörlerinin yön verdiği; yerli halkların ve orman topluluklarının ise sürecin kenarına itildiği söyleniyor. Kısacası fon, dışarıdan bakınca Brezilya’nın iddialı yeşil inisiyatifi gibi görünse de, içeride anti-kapitalist ve yerel hareketler açısından ciddi bir fay hattı yaratmış durumda.
Halkların Bildirgesi, bu tartışmaların içinden süzülerek çıktı. Metin kapitalizmi iklim krizinin ana nedeni olarak tanımlıyor, küresel Kuzey’i, çok uluslu şirketleri ve yerel egemen sınıfları doğrudan sorumlu tutuyor. Fosil yakıtlardan çıkış, piyasa temelli “sahte çözümler”in reddi, adil dönüşüm talebi metnin kalbinde yer alıyor. Kulislerde konuşulan, birçok katılımcının da hissettiği şey şu: bildirgenin ilk taslaklarında fosil yakıtlar, özellikle de Amazon’da petrol arama girişimleri çok daha sert formüle edilmişti. PT’ye yakın kimi aktörler, “hükümetin elini COP30 öncesinde tamamen bağlamayalım” diyerek bu ifadelerin yumuşatılması için bastırdı. Sonuçta fosil çağının sonu talebi metinde kaldı ama Lula hükümetinin belirli projelerine doğrudan göndermeler törpülendi.
Bu gerilim, zirvenin kapanışında daha da görünür oldu. Çevre Bakanı Marina Silva’nın, Lula’nın zirveye hitaben kaleme aldığı mesajı okuması, devlet ile halk süreci arasındaki bu “gerilimli ortaklık”ın simgesiydi. Bir yanda “Bu zirve olmasa COP30 da olmazdı” diyen, Halkların Zirvesi’ni kendi başarı hanesine yazan bir hükümet söylemi; diğer yanda kapitalizmi mahkûm eden, fosil yakıt dinamiğini hedef alan, finansallaştırılmış çözümleri reddeden bir halk bildirgesi.
Zirvenin en zayıf halkalarından biri dil adaletiydi. Latin Amerika güçlüydü; zaten tarihsel olarak öyle; Portekizce ve İspanyolca salonlara hâkimdi. Brezilya içindeki ve bölgedeki hareketlerin örgütlü gücü her adımda hissediliyordu. Ancak dünyanın diğer bölgelerinden, özellikle de küresel Güney’in farklı köşelerinden katılım zayıftı ve gelenler de çoğu zaman çeviri bulmakta zorlandı. Simultane çeviri cihazlarının çalışmadığı, kulaklık sisteminin olmadığı ya da çok sınırlı kullanıldığı oturumlar hiç de az değildi. Bu durum sadece teknik bir organizasyon eksikliği değil, iklim adaleti söylemi açısından da ciddi bir çelişki. Dil hiyerarşisi, kimin özne, kimin “misafir” olduğunu yeniden üretiyor. Çevirinin olmadığı toplantılarda kararı formüle edenler çoğu zaman o ülkenin güçlü örgütleri ve ulusal ağları oluyor; daha uzaktan gelenler ise sessiz dinleyiciye dönüşüyor.
Belém’deki Halkların Zirvesi ölçek, politik netlik ve sokakla kurduğu bağ açısından ilham vericiydi; ama dil ve erişilebilirlik başlıklarında hâlâ hareketlerin yıllardır tartıştığı dersleri tam olarak içselleştirmiş değil. Bu da bize, “iklim adaleti”ni savunurken “dil adaleti”ni ve erişilebilirliği ikincil ayrıntı gibi görme lüksümüz olmadığını hatırlatıyor.
Buradan Türkiye’ye bakınca, “ya Halkların Zirvesi seneye Türkiye’de yapılırsa?” sorusu ister istemez akla geliyor. Bu soru, hem COP’un olası ev sahipliği ihtimalini hem de buna paralel bir halk sürecinin örgütlenmesini içeriyor. Türkiye’nin bugünkü koşullarında; kayyum rejimleri, fiili yasaklarla kuşatılmış toplantı ve gösteri hakkı, polis şiddeti, ekoloji direnişlerine açılan davalar düşünüldüğünde, böyle bir zirve ev sahipliğinin Mısır veya BAE örneklerindeki gibi bir “yeşil vitrin”e dönüşme riski çok yüksek. Ama aynı zamanda, tam da bu nedenle, demokratikleşme ve iklim adaleti mücadelesinin birleşmesi için önemli bir imkân da barındırıyor.
Belém deneyimi, güçlü bir Halkların Zirvesi için iki temel koşulu gözümüzün önüne seriyor: yerel hareketlerin gerçek gücü ve devletle kurulan mesafenin niteliği. Brezilya’da MST’den yerli halk örgütlerine, kent hareketlerinden sendikalara uzanan onlarca yıllık mücadele birikimi olmasaydı, federal hükümetin bütçe desteği tek başına böyle bir halk sürecini yaratamazdı. Türkiye’de benzer bir süreç için Kazdağları’ndan Akbelen’e, İkizdere’den Şırnak’a uzanan ekoloji direnişlerini; feminist hareketi, Kürt özgürlük hareketini, işçi sendikalarını, göçmen örgütlenmelerini ve kent adaleti hareketlerini yan yana getiren gerçek bir iklim adaleti blokuna ihtiyaç var.
Diğer yandan, Belém’de gördüğümüz devlet–sivil toplum ilişkisi Türkiye’ye birebir tercüme edilemez. Brezilya’da bütçenin büyük kısmını hükümet üstlenirken bile TFFF gibi projelerde sert tartışmalar yürütülebildi. Türkiye’de aynı ölçekte bir finansman, çok daha ağır siyasi kontrol ve propaganda karşılığında gelecektir. Bu da bizdeki olası bir Halkların Zirvesi’nin, daha baştan uluslararası dayanışmaya dayalı, bağımsız bir finansal zemin aramak zorunda kalacağı anlamına geliyor.
Bir başka önemli ders de, dil meselesinden geliyor. Bu tür bir süreci Türkiye’de düşünürsek, sadece Türkçe–İngilizce ikiliğine sıkışmayan, dünyanın tüm dillerini, onun yanında Kürtçeyi ve bölgenin diğer dillerini de kapsayan çok dilli bir örgütlenmeyi en baştan planlamak gerekiyor. Bu coğrafyanın kendi çokdilliliğini yok sayan hiçbir iklim adaleti girişimi, gerçekten “halkların” zirvesi olamaz.
Sonuçta Belém’deki Halkların Zirvesi iki şeyi aynı anda yaptı. Bir yandan kapitalizmi ve fosil ekonomisini hedefe koyan, yerli halkların toprak haklarını, feminist iklim adaletini, gerçek bir adil dönüşümü savunan güçlü bir politik hat kurdu. Diğer yandan yeşil finans mimarisiyle iç içe geçen, devlet destekli ama devleti de eleştiren karmaşık bir alan açtı. Türkiye’den bakınca bu zirve hem ilham verici bir laboratuvar hem de neleri önceden tartışmamız gerektiğini söyleyen bir uyarı işareti gibi duruyor.
Eğer Halkların Zirvesi Türkiye’de olacaksa, asıl mesele şu soruda düğümlenecek: biz o güne kadar kadınların, işçilerin, Kürtlerin, göçmenlerin, köylülerin ve gençlerin gerçekten özne olduğu bir iklim adaleti sürecini örmüş olacak mıyız? Belém’den taşıyabileceğimiz en önemli deneyim, tam da bu soruyu bugünden sormak ve cevabını örgütlemeye başlamak.
Yorumlar (0)