Öğrenciler, Latife Tekin okumuşlardı. Onun romanlarını didiklemiş, festival temasını
da bu romanlardan bulup çıkarmışlardı. AsiKeçi olarak onları sergiye kendi yerleştirmeleri ile katılmaları için yüreklendirmemizle; ortaklaşa çalışarak “Göç Kurusu”, “Anı Turşusu” ve “Hatıra Olsun”isimliişlerihazırladılar. Busüreçte, memleketin taşrayı hep otantik bir gözlükle okuyan ve yoksulluğu romantik bir biçimde güzelleştiren sanatından devşirdikleri bakış açısından kurtulamadılar. Bakır ibrik, duvar halısı, bez bebek, yün çorap ya da eski pasaport fotoğrafları gibi özlemli titreşimleri yüksek objelere sarıldılar.
AsiKeçi ise sergiye biraz daha antrenmanlı çıktı. Fahri Aksırt ve Mustafa Sarı’nın hali hazırda Yenimahalle/Şentepe bölgesindeki kentsel dönüşüme odaklandığı fotoğraflarını bir süredir elimizde evirip çevirmekteydik. O fotoğraflar, olanca yalınlıkları ile hepimizi tesir altına almışlardı ve tüm serginin çıkış noktası oldular diyebilirim. Mahallenin canının çekilişinin ve mumyalanışının tanıklığını içeren bu fotoğraflar; yüklü bir eşya ve anı birikiminin kopuk imgelerini içeriyorlardı: tuğlalar, kelimeler, cam kırıkları, yıpranmış döşemelikler, insan bekleyişleri, kaybolan topraklar ve lanetli bir salgın gibi betonlaşma...
Gülşah Aykaç, tüm bu yıkım ve yeniden inşa sürecinin serin gerilimini; bir tür indirgemeci strüktür anlayışı ile tek bir tuğla üzerinde sabitledi. Gülşah’ın“Bir Başka Tuğla Duvarı”adını verdiği, mavi ışıltılı tek bir tuğladan oluşan işiyle karşılaşmak adeta kentin kayıp cevherine rastlamak gibiydi. Tuğla, sokakla ev arasında
bir örgü sistemi olan duvarın saklı niyetlerini sorgularken; kentin vaat ettiği paylaşım, üretim ve etkileşim imkânları ile dayattığı imkânsızlıkların da tartışılmasını sağladı: eşitsizlik, huzursuzluk, karamsarlık... Nihayetinde kırk kuruşluk kırmızı tuğlanın hazır betonlar karşısındaki şairane mavi umursamazlığı, hepimiz için umut ışığı oldu.
“Sırça Fanus” isimli yerleştirmemizin çıkış noktası,
temayı duyar duymaz Slyvia Plath’ın, zihnimin dehlizlerinden çıkıp gözlerimin önüne diziliveren roman cümlesiydi: “...Kent ışıldayarak, göz kırparak bir afiş gibi yamyassı duruyordu penceremde. Bana hiçbir yararı dokunmadığına göre,oradaolmasadaolurdu.” Yerleştirme, bir-örnekleştirilmiş yaşantı yığınlarının baş tedarikçisi olan bir mağazalar zincirinden satın alınan ucuz, kara mobilyalarla kurulmuş bir yaşam alanı olarak tasarlandı. Fahri’nin çektiği bir viran pencere fotoğrafı, Bora ve Vedat’ın müdahalesi ile “pencere-afiş”e dönüştürüldü. Bir araya getirilmiş bu ölgün objeler bütününün kalbi ise meşhur marmelatlıİsveçköftesioldu:ucuz,uzakve ecnebi...
“Halil İbrahim Sofrası” isimli seramik sergim,
2008 yılında; beton, demir, hırs ve duyarlı kapılar yığını olan metropollerin, bencil, kentsoylu ve düzmece değerlerine bir karşı duruş olarak taşrada kurulmuştu. Birlik, paylaşım, hoşgörü, hürmet, dostluk, güvenç, sadakat gibi insanlık içeriklerini temsil eden, Gülşah’ın tabiri ile “patolojik çanaklar”dan oluşuyordu. Onları sergiye dâhil etmemizi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinden Ülkü Şahin istedi. Hatta bu konuda ısrar etti. Ben de onun bu küratöryel müdahalesine boyun eğip çanaklardan küçük bir yer sofrası kurdum.
SergisüresinceÖzlemMengilibörü,Can Mengilibörü ve Orhun Bora Çetin’in kısa filmleri, merdiven sahanlığının büyük beyaz duvarında dönüp durdu. “Ankara Nox” çoktan şöhret olmuş bir Ankara filmiydi. Festivallerdeki başarısının yanı sıra izleyicisiyle buluşabilmiş bir işti. Özlem için bu film, bir güzelleme değil kente dair bir yorumdu. Bana kalırsa da onu fenomen haline getiren şey: çirkin olana karşı her zaman nazik olduğu söylenen Baudelaire’in fragman estetiğini yakalayabilmiş olmasıydı. Bir diğer film: Can’ın Altın Portakal Jüri Özel Ödülü ve Ankara Film Festivali En İyi Deneysel Film ödülü sahibi kısa filmi “İnfantil Amnezi”ydi. Yıllar sonra doğduğu evi arayıp bulan birinin hafızasını oluşturma çabasını anlatan film; canlandırma, cep telefonu videosu, fotoğraflar ve ses yerleştirmelerinden oluşan, imkânsız ikâmet ve sürdürülebilir göç üzerine çok katmanlı bir kolaj niteliğindeydi. Proje tasarımı Orhun Bora Çetin’e ait olan ancak kolektif bir çalışma ile gerçekleştirilmiş bir başkaldırı deşifresi , “1 Mayıs” filmi ise dev bir geçim kapısı
Açık Atölye Ankara sergiye “Yolda” isimli yerleştirmeleri ile katıldı. Topraktan toprağa giden, göçe düşmüş altı karakterin; varış öncesi, varış esnası ve varış sonrası farklı duygularını anlatan kavanozlarını toprakla denk ettiler. Her bir kavanoz, temsili bir karakterdi ve içlerinde memleket hafızası tatlar ile yola saçmak istediği sözcükler yer alıyordu.
Sergiyi kurduktan sonra yorgun argın evlerimize döndük. Sosyal ağların başına oturup olan biteni dışarıdan izlemeye başladık. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Festival ekibi ile sürekli mesajlaşıyorduk. Heyecan içindeydik: “Latife Tekin, ne dedi?”, “Onur Caymaz, serginin fotoğraflarını mı çekiyor?”, “Hocalar, gezdi mi?”, “Ülkücü öğrenciler, 1 Mayıs filmine atarlandı mı?” merak ediyorduk.
ATDA oyuncularından Hakime Akyol ilk
gün, Veli Kurt ise ikinci gün Hukuk Fakültesi sakinleri ile birebir temasa geçtiler. “İmkânsız İkâmet”konulu canlı heykel performansları çok ilgi gördü. Öğle tatilinde elinde taşıdığı “bavul-ev”i ile koridorlarda gezen gümüş insan ile karşılaşmak öğrenciler için fantastikti. Hakime ve Veli, okulun rutinini bozdular. Artık sergiye kayıtsız kalmak ve “Şu gümüş insan nerden gelip nereye gidiyor, aç mıdır acaba?”diye düşünmeksizin yemekhane sırasında beklemek imkânsızdı.
İmkânsız İkâmet Sergisi, 1 ve 2 Nisan tarihlerinde açık kaldı. Öncesinde geçen iki haftalık hazırlık süresi ile birlikte Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Festival ekibi ile deneyimlediğimiz sergi süreci bizim için hem çok keyifli ve hem de çok mühimdi. Yeni arkadaşlarımız oldu. Bu süreçte anladık ki: ikâmet imkânsızdı, ancak irtibat mümkündü. Festivali ve sergiyi destekleyen Türkiye Barolar Birliği’ne, hukuk öğrencilerine ve genç akademisyenlere çok teşekkür ediyoruz.
Yorumlar (0)