Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Klasik Sinema Kuşağından

“Bütün bu olanlara inanmak çok zor" der Glasgow'da 72 numaralı hatta çalışan belediye otobüsü şoförü George, filmin Nikaragua'da biten final sahnesinde. Savaştan dönüş var mı gerçekten, hiç bir şey bir daha eskisi gibi olur mu? Yaşananlar unutulur mu? Evini bırakıp gitmek mi zor, yoksa kalıp cehennemi yaşamak mı, her şeye rağmen?

Klasik Sinema Kuşağından

“İlk başta ben sanmıştım ki bu fonla hayırlı bir iş yapılıyor, çocuklar kurtarılıyor. Ama işin içine girince bir de baktık ki belli bir tabakadan siyah çocukları Kenyalı iş adamları ile işbirliği halinde eğitmekle uğraşıyorlar; bunlarla, yeni Kenya'nın, yeni orta sınıfını ve devlet memurlarını, İngiliz tarzında eğiterek, disipline ederek oluşturacaklar.... Orada görevli Amerikalı siyah bir öğretmen tüm bunların yeni sömürgecilikten başka bir şey olmadığını söylüyordu. Bütün bunları anlattık tabii filmde. Save The Children (Çocukları Kurtarma Fonu) küplere bindi, film gösterilmedi.” (Kaynak: Ken Loach
ve Filmleri: Hangi Taraftasınız? Antony Hayward, Agora Kitaplığı)

Save The Children, Loach'a faaliyetlerini tanıtmak amacıyla Kenya ve Uganda’da çekilmek üzere bir belgesel ısmarlamıştı. Bu yönetmenin uğradığı ilk sansür oldu. 40 küsur yıllık sinema yaşamında, demokrasisi ile övünen ve sömürgeleri sayesinde üstünde güneşin batmadığı Büyük Britanya’da filmleri, belgeselleri sansürlenecek, hatta İngiltere İç İstihbarat Teşkilatı’nın sakıncalı şahıslar listesine adını yazdıracaktı.

Ken Loach’ın filmografisi gerçekçi ve insani öyküler sunar. Kıyasıya bir sistem eleştirisi vardır. Kendi ülkesinde neo-liberal politikaların altında ezilen işçi sınıfının yanında durduğu gibi, İrlanda'da Britanya tarafından yürütülen kirli iç savaşı afişe etmesi, İspanya İç Savaşı ve Nikaragua'da CIA destekli kontra terörü anlatan filmleri ile bağımsız filmlerini çekmeye devam eder.

1996 yapımı Karla'nın Şarkısı (Carla's Song) filmi, bir aşk hikayesi çerçevesinde iki bölümlü bir filmdir. İkinci yarıda yoksul Nikaragua’dan görüntüler ile savaşın dehşetini bir Avrupalı'ya yaşatmanın ya da anlatmanın çabasıdır.

George İskoçya'nın en büyük şehri Glasgow'da belediye otobüsünde şofördür. Kurallara uymaktan hoşlanmayan,
sistemin baskıcı dayatmaları ile ufak tefek dalgasını geçen bir adamdır. Bu nedenle de üstlerinden sıklıkla uyarı almaktadır. Otobüse para vermeden binen yabancı bir genç kızı yakalayıp onu bağıra çağıra polise teslim edeceğini söyleyen bilet kontrol memuru ile tartışıp kızın otobüsten kaçmasını sağlar. Ve tabii ki işten uzaklaştırma alır.

Carla Nikaragua'da müzik grubu ile çalışan bir dansçıdır. Ülkenin çeşitli bölgelerinde gurupla dolaşırken Amerikan hükümetinin solcu hükümeti düşürmek için yarattığı sanal ama gerçek iç savaşta yaşadıkları nedeniyle kaçıp İskoçya'ya sığınmış, İngiliz göçmenlerle yaşama tutunmaya çalışan bir kızdır. George kıza aşık olur, işini, nişanlısını ve ülkesini bırakıp peşinden Nikaragua’ya gider. Carla'nın geçmişi ile yüzleşip iyileşmesi gerektiğini düşünmektedir.

Nikaragua, Amerika'nın bir şekilde yönetmekten vazgeçmediği tipik bir Güney Amerika ülkesidir. Doğal kaynaklarının Amerikan destekli
ailelerin yönettiği hükümetler aracılığı ile küresel sermayeye aktarıldığı, halkın çoğunluğunun yoksulluk ve sefaletle boğuştuğu dünya coğrafyalarından sadece biridir. 1979 yılında yapılan devrim ile yönetim Sandinistaların eline geçince Amerika'nın ekonomik ambargo ile boğmaya çalıştığı yoksul ve çaresiz insanları var. Bir yandan ekonomik yaptırımlar sürerken diğer taraftan CIA’nin desteklediği solcu hükümeti devirmeye çalışan antikomünist kontrgerillalar var.

Ülkede bir yerden bir yere gitmek için balık istifi otobüsler ya da kamyonlar kullanılmaktadır. Kamyonun arkasında seyahat ederken yerli halk George’a, “Senin ülkende ne yetiştiriliyor? Fasulye, mısır, kahve, kavun ne üretiyorsunuz?” diye sorar. George "hiçbir şey " diye yanıtlar. Düşünür sonra, çantasından viski şişesini çıkarır ve “biz sadece bunu üretiriz” der. Şişeyi alıp tadına bakan köylülerden biri "İçine ettiğimin harika ülkesi" der ve hep birlikte gülerler. Öyle ya sömürmek varken üretmeye ne gerek var? Zor işleri yapacak bir sürü yoksul var dünyada... Carla ve köylüler anlatmaya devam ederler yolculuk süresince. Biz bu devrimi korumakta kararlıyız. Her evden bu yola verdiğimiz canlarımız var. Daha önce sadece bir kişiye ait olan toprakta şimdi 40 aile geçiniyor. Amerikalı gringoların dönüp bunu bizden almasına izin vermeyeceğiz.

Yeni dünya düzeni kirli oyunlarından vazgeçmez. Ronald Reagan döneminde patlak veren İrangate skandalının iç yüzü hala tam olarak bilinmemektedir. ABD yönetim kademesinden birilerinin İran'a silah satıp buradan kazanılan parayı, yasa dışı bir şekilde Nikaragua'daki solcu hükümeti devirmek için çalışan antikomünist grupları desteklemek için kullandığı ortaya çıkar. Filmin sonunda Bradley bu gerçeği George’a anlatır aslında.

Carla yaralanan ve sonrasında akıbeti belli olmayan eski erkek arkadaşını bulmak için ülkesine dönmüştür. Koşullar savaş koşullarıdır. George geldiği yeri şaşkınlıkla izlemektedir. Mayınlı arazilerden geçen otobüste olan patlamayla ölen ve yaralananların ortasında kalması, silahlı çatışmalar, Carla'nın ailesinin olduğu köydeki hastane ve okula yapılan havan toplu saldırının ortasında kalmak, onun bildiği hayatlardan çok uzaktır.

Şiddete ve yoksulluğa rağmen ülkesine ve devrime inanmış gençler harıl harıl çalışmakta, müzik ve dans sürmektedir. Gece eğlencesinden sonra şiddetli bir saldırıya uğrayınca George, dönmeye karar verir ve sonunda gerçeklerle yüzleşir.

İzleyici bir olayı karşıdan izlemekle ya da bildiğini düşünmek ile içinde yaşamak arasındaki farkı filmin her karesinde sorgular. Nikaragua, şehirleri, duvar yazıları, posterleri, yoksul insanları, taş ve sopalarla kendilerine oyun kuran ve kahkahalarla oynayan çocukları... Şarkıları, ezgileri, her koşulda gülmek yaşamak ve aşktan vazgeçmeyen insanları... Ve diğer tarafta hiç sevmemiş, belki de hiç bağıra çağıra şarkı söyleyip dans etmemiş insanların kinlerini kusmak için bu pis savaşları, kirli tuzakları kurmaya devam ettikleri dünya...

Yoksa gücün, paranın ve iktidarın bu kadar fazla olması ne işine yarar ki insanın?

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış