Eğitimim Akdeniz hattında geçiyor. Doğanın ve özellikle zeytin ağaçlarının tedavi edici etkisi ile hani derler ya sayfa değil ama yeni defterler açıp, sonra hepsini birden yirmi kiloluk bagajıma sığdırmaya çalışıyorum. Genellikle benim tartım ile havaalanı görevlilerinin tartısının uymadığını yanımda taşıdığım hikayelerin ağırlaşmasından anlıyorum. Paylaşarak hafiflemek istiyorum biraz. Hem Ankaralı dostlarıma yazmayacağım da kime yazacağım?
İlk önce George Amca’nın hikayesini anlatacağım. Babama tıpatıp benzeyen bu adam ile karşılaşmam ilginç. Günlerden bir gün, her cumartesi Atina’nın Exarchia bölgesinde kurulan sebze pazarına gittim. Bildiğiniz sokak pazarı, hani çocukken annelerimizin bizi çekiştirerek zorla götürdüğü. Bu bölge anarşistlerin hakim olduğu ve ucuz olması sebebiyle öğrencilerin tercih ettiği bir mahalle. Sokak boyunca kurulan pazarda sera ürünlerinin yanı sıra, köylerden ve özellikle adalardan gelen meyve ve sebze bulabiliyorsunuz.
İtiraf etmeliyim pazar kalabalığından hep nefret ettim. Exarchia’daki pazar ise bende bağımlılık yaptı.
Mevsim meyve sebzesini öğrenmenin yanı sıra, pazarın sokağındaki küçük kafelerde kahve içmek ve Atinalıların pazar telaşına dahil olmak iyi geliyor. Kimi zaman bir tezgahtan gelen Yunan ezgileriyle hüzünlenip neşelenirken, diğer yandan sebze ve meyve isimlerinin Türkçe ile yakınlığını keşfedip yeni bir şey öğrenme heyecanıyla eve dönüyorum. Dönüşte unlu mamuller satan dükkana uğrayıp haftalık köy ekmeğimi almayı ihmal etmiyorum. Yani büyük marketlerin ve alışveriş merkezlerinin mahallelerde olmadığı bir yerde, pazara ve dükkanlara gidip alışveriş yapmanın heyecanını doyasıya çıkarıyorum.
“Devletler kötü şeyler yapıyor ama biz hep kardeştik, kardeş olacağız, birbirimizi seveceğiz”
Neyse konumuz George Amca. Pazarda ucuz limon ararken, zira burada limon oldukça pahalı, normalde tercih etmediğim yeşil kabuklu limon tezgahına gittim. Sonradan tanıştığım George Amca, hemen yanıma geldi ve çat diye limonu kesip içini gösterdi. Alasım olmasa da almaya karar verdim bu samimi hareket neticesinde. Bu sırada İngilizce sorduğum için bana İngilizce cevap vermeye çalıştı ve “İngiliz misin?” diye sordu. İşte benim aksan ancak pazarda İngiliz aksanına dönüşüyor ya neyse konumuz bu da değil. Ben, “hayır Turkia” der demez, George Amca gelip boynuma sarıldı “ben de İstanbulluyum” diyerek. Yarım yamalak Türkçe ve İngilizce ile, erken yaşta gelmek zorunda kaldığını anlattı ya da ben öyle anladım. Anlatırken gözleri doluyordu. George Amca’nın şaşırtıcı derecede babama benzediğini o an fark ettim. Sonra ağlamaklı tekrar sarıldı bana. Sanki İstanbul'a sarılıyordu. Buraya geldiğimden beri aşırı samimiyet gösterenlerden biraz irkilsem de, bu da ayrı büyük bir parantez, George Amca öyle değildi. Gerçekten, içtenlikle memleketine sarıldı. Eve dönerken bir daha düşünmüştüm: bu göçler ne derin yaralar bırakıyor insanlarda, ne özlemler... Yeniden gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Atina’ya her ne kadar kendi isteğimle gelmiş olsam da yaklaşık bir ay, hiç bir tanıdık, arkadaş ve eş
dost olmadan ve dillerini anlamadan ne zor günler geçirdiğimi anımsıyorum. İçimde hep bir hüzün vardı. Yalnızlığı seven biri olarak buna sadece gurbet hüznü diyebiliyorum. İşte o zaman George Amca’yı azıcık ucundan kıyısından anlayabiliyorum.
Hikaye burada bitmedi tabii. Öğrenci olduğumu öğrenen George Amca, ilk gün aldığım limonların yanına bir salkım üzüm koymayı ihmal etmedi kaşla göz arasında, adeta ziyaretine gelen yakın akrabası gibi. Sonra beni mahallenin en iyi tavernasına davet etti. Polonyalı bir kadın üniversite öğrencisine katkı olsun diye yanında çalıştırdığını görünce (kendi deyimiyle kendine patron istihdam etmiş), iyi insanlar eksik olmasın hayatımızdan dedim, bir kez daha. “Devletler kötü şeyler yapıyor ama biz hep kardeştik kardeş olacağız, birbirimizi seveceğiz” diyen George Amca’nın, her hafta çantamın içine koyduğu bir salkım üzümün anlamı Akdeniz’de dostlukmuş meğerse...
Sevgiyle ve dostlukla.
Yorumlar (0)