Prof. Dr. Nurhan Karadağ, DTCF Tiyatro Bölümü emekli öğretim üyesi, Ankara Deneme Sahnesi’nin bel kemiği, aktif tiyatrocu, rejisör, dramaturg, akademisyen ve tiyatro sevdalısı... Dört odacıklı kalbine, bir de tiyatro salonu ekleyebilecek kadar yoktan var edebilen bir adam. Dağ gibi adam.
TRT’deki ‘’Köyümüzde Şenlik Var!’’ belgesel dizisi ile Anadolu’nun her bir noktasına ayak basıp, tiyatronun köküne, dibine, orijinine inen bir bilim insanı. Hayatı Wikipedia’dan ezberleyenlere ya da kitap özetleriyle edebiyat derslerini geçen bizlere hiç benzemiyor.
Bizim tiyatromuzu arıyor. Bizim olanı. Devşirilmemiş olanı. Yabancı olmayanı, yabancılık çekmediğimizi. Belleğimizle kan bağı kuran tiyatroyu. Bir bunu anlayalım önce, toprağa bir ayağımızı basalım, uçacaksak da nereye düşeceğimizi bilerek uçalım, nankör olmayalım, nankör olacaksak bile cahil olmayalım, bilelim; bilmeden olmaz(!) diyor. Bağıra çağıra, ömrü yettiğince söylüyor. Ömrü elbet bir gün yetmiyor ki bu da 22 Ekim 2015’e tekabül ediyor, cenazesi öğrencilerinin omuzlarında taşınıyor. Öğrencilerim var benim diyor; ben ölmedim ki, ölmeyi yansılıyorum!
Yansılamak... Yani ‘’gibi’’ yapmak. Seyirciyi süse, şatafata ve yalana boğmadan, oyuncunun oyuncu olduğunu bilerek oynaması; seyircinin de oyuncunun oyuncu olduğunu bilerek izlemesi. ‘’Açık biçim’’ denilen, geleneksel tiyatromuzun bel kemiğinin oyunculuk tekniği. Mesela ben, şu anda bir gazete sayfasında değilsiniz, bir kafatasındasınız dersem, siz artık bir kafatasına kazınan kelimeleri okuyor olursunuz. Budur, yansılamak...
Köksüz, kökensiz, kavramların birbirine karıştığı, her şeyin sanat olabildiği, herkesin sanatçı olabildiği, yeni ile farklı olanın ayrımının ortadan kalktığı bir ‘’geçiş’’ çağında yaşadığımızı, kafamıza vura vura anlatıyor Nurhan Hoca. Bilgisizliğin şuursuzluk getirdiğini, şuursuzluğun da yaratıcılık gibi görünebileceğini öğretmeye çalışıyor. Ders bitiyor, biz eve gelip Lost izliyoruz. Ya da tutarsız, sanatsız, anlamsız bir takım ‘’ışık, dekor, kostüm’’ şovlarını tiyatro sanıp, ayakta alkışlıyoruz. Dizilerden görüp, beğendiğimiz güzel kızları, cici oğlanları tiyatro sahnesinde biraz daha yakından görüp, huşu içine giriyoruz. Oh(!) diyoruz, işte katharsis bu!
Değil güzel kardeşim diyor Nurhan Hoca ve ekliyor: ‘’Başlangıçta sanat, hayatın süsü değil kendisiydi.’’
Genelde mühendislik fakülteleri, fen fakülteleri, iktisadi ve idari bilimler fakülteleri ‘’tiyatrocu’’ olmak için çırpınan, aileleriyle kavga eden, harçlıkları kesilen, çukur bir öğrenci evinde nefes almaya çalışarak Shakespeare okuyan öğrencilerle dolu. Hayaller o kadar büyük ki, hevesi, isteği, çalışkanlığı örtebiliyor. Kafayı kırıyor birçoğu, bırakıyor okulunu. Risk alıyor geliyor tiyatro bölümüne, sonra bitiriyor okulu bir şekilde. Mezuniyetten sonra ‘’şanslı piç’’ oluyor dizide parayı kıran çocuk, ‘’torpili var’’ oluyor akademisyen olarak
hayatına devam etmek isteyen bir körpe tiyatro bölümü mezunu...
Diyeceğim o ki, kumsaldan girmiyoruz denize, uçaktan atlıyoruz, suyun kaldırma kuvvetine güvenerek ve beton etkisini yaşadığımız
çağdan sebep ihmal ederek. İşte Nurhan Hoca o kumsalın peşindeydi. Hala da öyle... Suya çarpan kafamız kırılmasın diye uğraşıyordu. Yavaş yavaş, çoğu zaman boy vererek çağırıyordu bizi engin tiyatro denizine.
Ritüellerden yani tapınma eyleminden ortaya çıkan tiyatronun kökenine inmek için bilgi, zaman, sabır, akıl, fikir ve sevda gerekiyor. Bunların biri sallantıdaysa bir an önce parayı kırmak, devlete kapağı atmak ya da kendini bir şekilde kanıtlamış olan bir takım tiyatro insanlarının yanlarına kedi gibi büzüşüp, yalanmak gerekiyor. Karaktersizleşmek ve beğenilmenin bilgisizliğimizi örteceğinden medet umarak yaşamak gerekiyor. Dibini, çukurunu, göğünü, kumunu bilmediğimiz bir tiyatronun içindeki tiyatrocular olarak sürüklenmek gerekiyor. Komşu teyzenin oğlunun, avm’de hamburgercide çalışmasına dudak büzüp, sanatçı olmakla gurur duymak falan gerekiyor. Bir
şeye tutunmak gerekiyor da egodan başka tutunacak dalımız olmuyor.
Nurhan Karadağ girdiği reji derslerinde ve oyuncu dostlara verdiği diğer derslerde notunun kıtlığıyla bizi mahvetmişti. Son sınıf öğrencisine de acımadı, ocakta yemeği olana da ... Acımadı. Acıyan hoca olmaz zaten. Kavga etti. Bazen haklıydı. Bazen bize hak vermesi gerektiği kadar hak vermiyordu. ‘’Hocam ama biz film çağıyız, artık geleneksel tiyatro kalmadı, tiyatronun Avrupa ve Amerika’daki örnekleri belli. Bize sıkıcı geliyor sizin bu yaptığınız!’’ dediğimizde yüzümüze uzun uzun bakıp, gülümsüyordu. ‘’Siz kimsiniz de sıkılıyorsunuz? Neyden sıkılıyorsunuz? Sıkılacak kadar ne yaptınız? Neye doydunuz? Nerede doydunuz da sıkılıyorsunuz?’’
Muhafazakâr değildi Nurhan Hoca. Bilgisine, tecrübesine inandığına özgürlüğünü verirdi. Yeni’den korkmazdı, köksüz olmamızdan, havada uçuşmamızdan, ayaklarımızın yere basmamasından korkardı. Arkamızda durarak, fevriliğimizi, bilimselliğe dönüştürmeye uğraşırdı. Bu yüzden hep araştırdı. Bu yüzden uçsuz bucaksız tiyatro denizine demirlemişti ve yaptım olducu sanatçılara karşı dimdik duruyordu Nurhan Hoca... Yerinden oynatmak imkânsızdı. Boğulmayalım diye, denizin içinde bir ada olarak, öylece dururdu.
Elek derdi, elekten geçirin! Anadolu’nun bu muzip nesnesini, tiyatroda da kullanın. Düşünün, nereye gideceğinize ancak nereden geldiğinizi bilerek karar verebilirsiniz. Doğru düzgün şeyler yazın, temelinizi sağlama alın, Ankara Deneme Sahnesi’ne gelin, Nazım’ı bilin, Yunus’u öğrenin, Shakespeare’i zaten bilirsiniz derdi...
En köklü Anadolu ritüellerinden olan semahı, cem evini, Aleviliği bize öğreterek, Nurhan Hoca alevi miydi(?) sorusuna kıs kıs gülerek, muhtemelen kâğıtlarımıza son kez sıfırı çakarak, gitti...
Merak etmeyin diyemiyorum da hocam, siz yine de merak etmeyin... Bayrağı henüz göremiyoruz ama gönder’in dibindeyiz. Gönderin, dibiyiz.
Elbet kendimize geleceğiz...
Yorumlar (0)