Çoğumuz kentlerde büyümüştük. Toprakla, ağaçla pek işimiz olmamıştı. Ufacık bir iki dalın toprağa biraz derince dikileceğini, çevresindeki toprağın ayağımızla bastırılarak sıkıştırılacağını, can suyu verileceğini ve sonra bu fidanların sürekli büyüyerek ağaç haline geleceğini görmemiştik, yaşamamıştık. Hele bu dikilen ağaçların bir ormana dönüşebileceği hiç aklımızdan geçmezdi.
Ha evet, ortaokullarda 50’li yıllarda hâlâ haftada bir saat tarım dersi vardı. Kentin apartmanlarla kuşatılmış bir semtindeki okulumuzda, hayatından bezmiş bir “tabiat bilgisi” öğretmeni gelir, kalın, kötü baskılı ders kitabından bitki türlerine, zararlı böceklerle mücadeleye ilişkin gelişigüzel bir şeyler okuturdu. Uygulama olarak da bizden evimizde saksı içinde bir bitki yetiştirmemiz istenirdi. Dönem sonunda anamızdan veya komşulardan emanet aldığımız saksıları okula getirir “tarımcı”nın önüne dizilirdik. Hoca bir yüzümüze, bir de elimizdeki saksıya bakarak bize not verirdi. Sanırım kapatılan köy enstitülerinden bize kalan, görüp göreceğimiz son mirasın kırıntılarıydı bu tarım dersi. 1964’de ODTÜ’ye geldiğimde, okul Millet Meclisinin bahçesindeki barakalardan kampusa taşınmıştı ama eğitimin bir bölümü hâlâ barakalarda veriliyordu. Hazırlık Okulunun barakaları iyiydi de mesela genel kafeterya elden düşme koca bir asker barakasıydı. Çevre bomboştu, kel tepelere üç numara erkek çocuğu tıraşına benzer kısa, bir iki karış boyunda çam fidanları dikilmeye başlamıştı.
Bir orman yetiştirildiğinin pek farkında değildik ama gene de “yürüyün ağaç dikmeye gidiyoruz” denildiğinde keyifi bir şekilde yola koyuluyorduk. Aslında üniversitenin işçilerden oluşan ve sistemli çalışma sürdüren bir ağaçlandırma ekibi vardı. Bizim yaptıklarımız işgücü olarak bir katkıdan çok fidanların korunmasına yarıyordu. Sınırlı da olsa emek verdiğimiz fidanlara zarar veremezdik, verilmesini de seyirci kalamazdık. Öyle de oldu. Onca olaylı günler yaşandı ama ağaçlarımızın başına hiçbir şey gelmedi. Hatta yıllar sonra Vişnelik’te Mezunlar Lokali inşaatı başladığında sınırlı sayıda da olsa ağaç kesilmesine öğrencilerden, mezunlardan tepkiler gelmiş, şantiye sahasında eylemler yapılmıştı. Bu eylemler sırasında Kenan Güvenç’in iş makinelerinin önüne kendini attığını hatırlıyorum. İlk dikildiği yıllarda özellikle çamlar bir türlü boy atmıyordu. Kışın, karlı günlerde öyle yılbaşı kartlarındaki çam ağaçlarına benzer bir manzara yoktu ortalıkta. Ağaçlandırmayı başlatan ve sabırla sürdüren Kemal Kurdaş’a yönelik eleştiriler de yok değildi. Ankara’da çamın tutmayacağı, doğaya daha uygun başka türlerin seçilmesi gerektiği söyleniyordu. Doğru, atık su tesisi çevresindeki alana dikilen kavaklar daha hızlı boy atmıştı. Bazı bölgelere dikilen meyve ağaçları meyve vermeye başlamıştı, kiraz, vişne yiyorduk.
Çamlar tutmasına tutmuştu da bodur, kavruk kaldılar gibi geliyordu bize. Öyle doğayla iç içe yaşayan insanlar kadar sabırlı değildik. Ertesi sabah devrim olacağına inanan bir kuşaktık. Beklemeye tahammülümüz yoktu. Zaten bir grup arkadaşımıza kampus, kentler dar gelmişti, dağlara vurmuşlardı kendilerini. Yanı başımızda kendi başlarına, usulca ama sürekli boy atan fidanları görecek halimiz yoktu. Doğa sabırlı ve gerçekçiydi. İnsan emeği ile başlatılan ve doğru yönde gelişmesi sağlanan süreçte, eğer insanların yok edici, zorbaca müdahaleleri olmasa “tabiat hükmünü icra ediyor”du.
Ankara’ya uzun bir aradan sonra 1990’da döndüğümde, zamanında okulu bitirince peşine düşmediğim diplomamı almak için on yaşlarındaki kızımla birlikte ODTÜ’ye uğramıştım. Mutlaka bürokratik bir sorun çıkar bulamazlar ama bir sorayım demiştim. Bir dolabın içinden hemen bulup çıkardılar, şaşırmadım değil doğrusu. Ama asıl şaşkınlığım ve keyife bakakaldığım, yıllar önce dikilen çamların şimdi bir orman oluşturacak kadar boy atmış olmasıydı. Kampusun eski görüntülerine aşina olmayanlar üniversite binalarının ormanlık bir araziye yapıldığını sanabilirler. Oysa binalarla birlikte dikilen ağaçlar öylesine doğal bir biçimde çevrelemişlerdir yapıları, yaşayanları. Bu yarım yüzyıllık bir birikimdir. Dikilen binlerce yeni fidanla bu birikim güçlenerek sürdürülüyor. Zorbalar ne yaparlarsa yapsınlar bu birikimi yok edemeyecekler.
Yorumlar (0)