Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Prof. Dr. Hüseyin Özel ile Söyleşi İnsansızlaşan Sosyal Bilimlerin Salgınla İmtihanı

Salgının başlangıcından bu yana kimi bilimsel verilere dayandırılan ama çoğu kahve falını andıran mesnetsiz öngörü ve değerlendirmeleri izlemekten, okumaktan size de gına gelmedi mi? Başımıza gelen nedir, Dünya nasıl değişecek, devrim mi olacak yoksa otoriter yönetimler daha otoriter, daha baskıcı mı olacak?

Prof. Dr. Hüseyin Özel ile Söyleşi İnsansızlaşan Sosyal Bilimlerin Salgınla İmtihanı

İki uç arasında salınan değerlendirmelerde acı bir ortaklığı daha doğru ifadeyle ortak bir eksiği siz de hissetmiyor musunuz?
Neredeyse tümü sosyal bilimci olan bu tayfa değerlendirmelerinde istisnasız olarak ‘insan’ı değil ‘sistem’i varsayıyorlar... Değerlendirmelerin her biri kendi durduğu noktadan sistemi ayakta tutmanın yollarını ortaya koyuyor. Konuya açıkça piyasa temelli bakan, Covid-19 sebebiyle yaşamını yitirenlerin sayısıyla döviz kuru rakamını aynı cümlede kullanıp bir tutanların böyle bakıyor olması kabul edilebilir değilse de anlaşılabilir ama konuya toplumsal, soldan bakanlar için de ana referansın ne yazık ki yine sistem ve rakamlar olduğunu görmek üzücü... Bu yorumları izleyenler olarak kendimizi bu yorumların içinde bir yere oturtamıyor olduğumuzdan olsa gerek, yorumlar gittikçe daha az ilgi çekiyor.

Prof. Dr. Hüseyin Özel’in İktisat ve Toplum Dergisi’nin Temmuz 2016 tarihli sayısında yayımlanan Sosyal Bilimlerin “İnsansızlaşması” başlıklı makalesine bakacak olursak sosyal bilimler insansızlaştıkça insanların sosyal bilimcilerin insansız yorumlarına ilgisinin azalması beklenen bir gelişme olmalı. Sosyal bilimciler mi politikacıları, politikacılar mı sosyal bilimcileri yönlendiriyor bilmiyoruz ama bu kısır döngünün konunun asıl öznesi olması gereken insana bir faydası olmadığı kesin, zararı ise çokça. Pandemi süresince olup bitenler bunun kanıtlarıyla dolu. İnsanı varsaymayan sosyal bilimcilerin çizdiği yoldan giden politikacılar tüm dünyanın gözleri önünde örneğin İtalya’da hekimleri hastalar arasında trajik seçimler yapmak zorunda bıraktı. Ülkemizde ve diğer pek çok ülkede hiçbir etik kaygı duymayan, aldıkları kararların hiçbir sonucundan zerre kadar etkilenmeyen siyasetçilerin bol keseden koydukları yasakların sonuçlarından keskin şekilde etkilenen kesimler açıkça görmezden gelindi, insanlar göz göre göre açlığa, yokluğa mahkûm edildi. Ülkelerin yöneticileri, karar alıcıları kendi çuvallamalarını örtbas etmek için daha çok çuvallayan ülkeleri örnek gösterecek kadar alçaldılar.

Tüm bunlar olurken sosyal bilimciler hala sistemin ayakta kalması için bunun ve daha fazlasının gerekli olduğuna inandırmaya çalışıyorlar bizleri... Ne yazık ki yazının başlığında adı geçen ‘imtihan’ı çoktan kaybetmiş görünüyor, sosyal bilimciler... Hal buyken ve bundan sonrası için hâlâ mümkünse sosyal bilimcilerden bu koşullarda aslında beklenen nedir, sosyal bilimcilerin işi nedir, sorularını Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. Hüseyin Özel ile konuştuk. Söyleşimizin videosunu aşağıdaki karekodu okutarak Solfasol TV’de izleyebilirsiniz.

Mehmet Onur Yılmaz: Sosyal Bilimcilerin pandemiye ilişikin değelendirmelerinde
ikiye ayrıldıklarını görüyoruz. Salgının “Batı Dünyası”na sirayet etmesiyle ortaya çıkan yorumlar iki uçta toplandı. Bir uçtaki grup otoriter rejimlerin pandemiyi iktidarlarını derinleştirmek için bir fırsata çevireceğini söylerken diğer bir grup ise pandeminin kapitalist sistem üzerinde ‘devrimci’, yıkıcı etkileri olacağını söylüyor ve sürecin daha iyi bir dünyaya doğru evrileceğini müjdeliyor. Siz bu iki uç arasında neredesiniz, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hüseyin Özel: Ben ikinci yaklaşım kadar iyimser değilim. Kapitalizmin işleyişinin artık giderek
zora girdiğini herkes görmeye başladı ama bugünden yarına kapitalizmden vazgeçilip daha ‘insani’ düzenlerin kurulacağı gibi bir kanaatim yok, açıkçası. Çok kötümser de değilim ama o kadar iyimser değilim. Bana göre, pandemi asıl sorunun ne olduğunu gösterecek koşulları yarattı. Neo-liberal düzenin kendi sınırlarına ulaştığı ve insanlığı bir yıkıma doğru götürdüğü gerçeği istemeyerek de olsa pandemiyle ortaya çıktı. Şöyle söylemek yanlış olmaz, deyim yerindeyse pandemi neo-liberal dönüşümün sonu ile ilgili bize bir ön gösterim sunuyor. Neo-liberalizmin zaten içerisinde olan otoriterleşme ve şiddet üretme eğilimi giderek daha da artacakmış gibi geliyor. Bunu neo-liberal dönüşümün sonra yaklaştığı şeklinde okumak da mümkün.

“Neo-liberal düzenin kendi sınırlarına ulaştığı ve insanlığı bir yıkıma doğru götürdüğü gerçeği istemeyerek de olsa pandemiyle ortaya çıktı. Şöyle söylemek yanlış olmaz, deyim yerindeyse pandemi neo-liberal dönüşümün sonu ile ilgili bize bir ön gösterim sunuyor.”

Neo-liberalizm eninde sonunda bizi buraya getirecekti. Neo-liberalizmin ilk dönemi ‘Washington Uzlaşısı’ çerçevesinde mümkün olan her şekilde piyasanın önünü açan ve devletten bunun altyapısını oluşturmasının beklendiği bir dönemdi. Doksanlardan itibaren ‘Post-Washington Uzlaşısı’ ortaya çıktı. Bu dönemde devletlere ek olarak, kriz anlarında müdahale etme görevi verildi. Şimdilerde, pandemi öncesinde, Çin’in yükselen bir ekonomi olarak ortaya çıktığı dönemde ‘Pekin Uzlaşısı’nı konuşuyoruz. Çin’in farkı neo-liberalizmin iktisatçılarının moda terimi olan inovasyonun son derece otoriter bir rejimde de sürdürülebileceğini söylemesi. Oysa standart neo-liberal argüman “piyasanın, özgürlüklerin önünü açtığınızda piyasa zaten inovasyon yaratır bu da herkesin işine gelir” şeklindeydi. Ama Çin’in işin içine girmesiyle bunun tek yol olmadığı, sorun çözme (toplumsal muhalefeti baskılamak, özgürlükleri kısıtlamak vb.) kapasitesi anlamında ‘güçlü’ bir devletin de neo-liberal dönüşümü yürütebileceği ortaya çıktı. Bu da neo-liberal dönüşümün özünde zaten var olan şiddet kullanma ve üretme kapasitesini iyice ortaya çıkardı. Burada sadece devletin şiddeti bir araç olarak kullanma eğiliminin artması anlamında değil, dönüşümlere karşı olan sosyal unsurların gösterdiği direniş ve bunun sonucunda ortaya çıkan şiddeti de kastediyorum.

Bu pandemi olmasaydı bile eninde sonunda, belki 10, belki 20 yıl sonra neo-liberalizm bizi buraya getirecekti. Koronavirüs bu süreci hızlandırmış gibi görünüyor. Bir yandan sistemin işlemediği ayan beyan ortaya çıkıyor ama öte yandan bu sistem bir süre daha sürdürülmeye çalışılacakmış gibi görünüyor. Bu sebeple çok iyimser değilim.

M. O. Y.: Ellerindeki mevcut araçlarına ve ortaya koydukları amaçlarına baktığınızda sosyal bilimcilerin olan biteni doğru değerlendirmeleri, “insani” ve “iyi” bir çözüm ortaya koyması mümkün mü?

H.Ö.: Sanmıyorum. Evvelden beri iktisatçıların bakış açılarının çok da insani olduğunu söylemek mümkün değil. İktisatçılar özelinde söylersek onların derdi aslında sistemin korunması oldu hep. Şirketlerin kurtarılması, kapitalizmin olduğu şekliyle sürdürülmesi ya da neo-liberal politikaların sürdürülmesi temelinde hareket ediyorlardı. Eskiden de iktisatçıların bakış açısı çok farklı değildi. İnsanın değeri iktisatçılar için hiçbir zaman çok önemi olmadı, bundan sonra da olmayacak muhtemelen. Şu an iktisatçıların arasında bu bir talep şoku mudur, arz şoku mudur tartışması var. Tartışma bu olunca çözüm önerileri de bu çerçevede oluyor. Standart para politikası ya da Keynesyen anlamda maliye politikaları öneriliyor. Sistem her anlamıyla tıkanmış olduğu için geriye kalan yapılabilecek tek şey kamu harcamalarının artırılması. Ama bunu önerenler bile kamu harcamalarının sosyal güvenlik için değil şirketlerin kurtarılması için kullanılmasını öneriyorlar. Bütün bu tartışmalar içerisinde insan yine güme gidiyor. İoanna Kuçuradi’nin ortaya koyduğu haliyle söylersek insanın insan olmaktan kaynaklanan bir değeri vardır ve insan hakları tek tek bütün insanlarda insanın değerini korumak içindir. Ama işte meseleye sadece gelir artışı, gelir azalışı olarak bakarsanız sizi bu anlamda bir yere götürmüyor. Oysa bugün ihtiyaç İoanna Hoca’nın insan haklarına dayalı devlet düşüncesinin hayata geçirilmesidir. İnsan haklarına dayalı devlet düşüncesi Keynesyen devlet değil. Tam tersine insanların kendi olanaklarını gerçekleştirmelerini sağlayacak iktisadi, sosyal koşulların yaratılmasını kendisine temel amaç edinen devlettir. Bu günümüz koşullarında son derece radikal bir düşünce. Bu sosyalist devlet de değil, başka türden bir devlet de değil. Belki de tek çözüm, şu anda insan haklarına dayalı devlet.

Bu temelle ele alırsanız şu anda belki de yapılabilecek en iyi şey, şirketlerin kurtarılması değil maliye politikasının, kamu kaynaklarının neo-liberal dönüşümden ve özel olarak da pandemiden en çok etkilenen kesimlerin desteklenmesi için kullanılması olacaktır. Evrensel yurttaşlık geliri bu anlamda hiç de fena bir seçenek değil.

İnsanın değerinin korunmasına yönelik çabalar, politikalar iktisatçıların avadanlıklarında da yok, aslına bakarsanız. Çünkü iktisatçılar meseleye insanı temel alarak bakmıyorlar. Daha çok sistemin nasıl işlediğine ve sorunsuzca nasıl işletileceğine yönelik tartışmalar yürütüyorlar. Bu sebeple iktisatçılardan çok şey beklemiyorum, açıkçası, kendimi de katarak.

Bugün genel olarak sosyal bilimlerin önündeki zorluklardan birisi sistemin artık işlemeyi reddetmesidir. Bu kadar erken ve keskin bir şekilde ortaya çıkması pandeminin sonucu. Ama sistemin işlemeyi reddetmesi belki de bir fırsattır. Muhtemelen yarın öbür gün evlerimizden çıktığımızda herkes aynı yerden devam etmek isteyecek ama bu iyi bir seçenek mi emin değilim. Çünkü bu seçenek bizi insanlıktan daha da uzaklaştıracak gibi.

M.O.Y.: Sistemin kaldığı yerden devam etmemesi için ne yapılmalı? Bu süreçte sosyal bilimcilere düşen ne? Neye bakmalı ve nasıl bir temelde hareket etmeliler?
H.Ö.:
Bu önemli bir soru. Belki de sosyal bilimlerin önündeki en önemli soru, şu anda
bu. Bana pandemiden önce de sorsaydınız, bugün yaşadığımız konjonktür 1930’ların, II. Dünya Savaşı öncesi dönemin konjonktürüne benziyor, derdim. Benzer eğilimler var. Piyasa sistemi işlemeyi reddediyor, bir yandan 1929 krizinin yarattığı sosyal maliyetler, diğer yandan ırkçılığın, faşizmin ve şiddet eğilimlerinin yükselmesi... Bugüne baktığımızda o döneme çok da uzak gözükmüyor. Bu, umarım, bunun ardından çok şiddetli bir yıkım ya da savaş ortaya çıkabilir, demek değildir. Ama öyle olmasa bile bu küreselleşme süreci sürdürülebilirmiş gibi gözükmüyor. Bunun sonucu olarak da korumacı politikaların güçleneceği, ulus devletlerin giderek daha da otoriterleşeceği, ülkeler içinde bir yandan yabancı düşmanlığının ve ırkçılık eğilimlerinin güç kazanacağı diğer yandan sistemden duyulan hoşnutsuzluğun kendisini şiddet eğilimleri olarak ortaya koyacağı bir döneme giriyoruz gibi geliyor. Dikkatinizi çekerim şimdiye kadar söylediklerim pandemi ile hiç ilgili olmayan şeyler. Kimilerinin, her şey iyi gidiyordu Covid-19 geldi her şey mahvoldu önermesi doğru değil. Pandemi ile bu süreç daha hızlandı ve daha da önemlisi görünür oldu.

Dolayısıyla tüm bu verilerle baktığımızda sosyal bilimin önündeki en önemli sorular şöyle sıralanabilir:
1- Nasıl bir tavır almak zorundayız?

2- İnsan tasarımımızı nasıl değiştirmek zorundayız?

Sosyal bilimciler olarak kapitalizmin, neo- liberalizmin artık gitmediğini, dayanışma karşıtı, kendi çıkarını düşünen, homo economicus tipi insan tasarımına dayanan, insanların “kötü tarafına seslenen” bir sistemin başarıya ulaşmayacağını görmemiz, bunun yerine Aristotelesçi anlamda “sosyal insanı” öne çıkaran yeni bir insan tasarımıyla insanlar arası dayanışma ağlarının nasıl güçlendirileceği konusunda kafa yormamız gerekiyor. Hepimizin her şeyden önce düşünmesi gereken şu: Nasıl bir insan tasarımı var kafamızda ve bunu

nasıl değiştirebiliriz. Yeni insan tasarımımız da Kuçuradi’nin hep söylediği gibi, insanın değerinin bilgisine dayanmalı

M.O.Y.: Bir yandan sizin vurguladığınız olumsuz gelişmeler sürerken diğer yandan insanlar arası yerel dayanışma ağları da gelişiyor, çeşitleniyor. Yeni dayanışma araçlarını ve ağlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

H.Ö.: Dayanışma ağları çok olumlu ama bir noktada dikkatli olmak gerekiyor. Neo-liberal politikaların yerleştirmeye çalıştığı ve başarılı olduğu şeylerden birisi bu: Piyasa sisteminin işlemesi için yoksulluk gerekir, hatta birtakım insanların aç kalması gerekir ki iş gücü artışı sağlanabilsin. Bu düzende geriye kalan yoksulluk ve insani sorunlar merhamet ve yardım temelli işleyen sivil topluma havale edilmiştir. Tam burada çok dikkatli olmak gerekli. Bu dayanışma ağlarının neo-liberal tezde biçilen role tehlikeli bir biçimde yakın düşmesi olası. Bu riski bertaraf edebilmek için iki şey gerekli: İlki bu girişimlerin kurumsallaşması ve ikincisi ise insanlar arasında ayırımcılık yapmadan iş görmesi. Bu dayanışma ağları insan olma bilinciyle ve insanın değerini koruma amacıyla örgütlenmeliler.

Bu oluşumların yerel bir nitelik taşıması kaçınılmaz ve gerekli ama yerellikle birlikte gelen otoriterleşmeyi, ırkçılığı ve şiddeti yeniden üretme risklerinin farkında olunmalı ve bu tür tehlikelerden kaçınmalılar. Sosyal bilimciler bunun üzerine kafa yormalılar.

M.O.Y.: Çok teşekkürler Hocam. Bu alanda kafa yoranlara çok önemli ip uçları verdiniz. Son olarak ne söylemek istersiniz?
H.Ö.:
İnsan, bütün sosyal bilimlerin hatta tüm bilimlerin temeline geri dönmelidir. Buna sıkı sıkı sarılmalı ve insan türünün her bireyinin kendisini gerçekleştirebilmesi için gerekli koşulların yaratılmasının peşinde olmalıyız. Sorun sadece insanların karınlarının doyması değil. Her insanın için Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde en tepeye ulaşmasını amaç edinmeliyiz. Bunun için de insan haklarına dayalı bir devlet tasarımı hepimiz için gerekli. Böyle bir tasarımda devletin rolünün ne olacağı iktisatçıların ve diğer sosyal bilimcilerin önünde bir soru olarak duruyor.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış