Bu ülkede ve bu dünyada “sağlam” olmak bir erdem değil, bir iktidar ölçüsüdür. Sağlamcılık, masum bir tercih değildir; bir ideolojidir. Kendini normal diye dayatan, normu kutsallaştıran ve norm dışı olan her şeyi düzeltilecek, saklanacak ya da yok sayılacak bir hata olarak gören örgütlü bir şiddettir. Devletin diliyle konuşur, tıbbın soğuk nesnelliğini ödünç alır, mimarinin merdivenlerinde yükselir, kentin kaldırımlarında kök salar.
Nikaragualı yazar Gioconda Belli, Halkların İnceliği adlı şiirinde “Dayanışma, ezilenlerin inceliğidir” der. Bu söz, bugün hâlâ yolumuzu aydınlatıyor. Bu incelik, kırılgan bir nezaket değildir; sert bir etik tavırdır. Dayanışma, normun kabalığına karşı yaşamın direncidir. Dayanışma, yalnızca bir erdem değil; eşitsizliğe karşı kurulmuş bir etik duruştur. Sağlamcılığa Karşı Kadın Hareketi Derneği, Adalet Dayanışması Platformu ve birlikte yol yürüdüğümüz pek çok kurumun çabası da tam olarak bu duruşa dayanıyor: görünmeyeni görünür kılmak, dışlananı merkeze almak ve sessizleştirilen yaşamları savunmak.
Bugün sağlamcılığa karşı verilen mücadele, yalnızca engelli bireylerin görünürlüğü meselesi değil; yaşamın kimler için kurulacağı sorusudur.
Türkiye siyasal tarihine baktığımızda Fikri Sönmez’in pratiği bu açıdan hâlâ öğreticidir. “Ben ne yaptımsa halkım için, halkımla birlikte yaptım” derken kastettiği şey, yukarıdan aşağıya bir yönetme aklı değil; doğrudan demokrasiye dayanan bir ortaklık fikridir. Fatsa deneyimi, ne kapitalist yönetim anlayışına ne de reel sosyalizmin buyurgan diline yaslanmıştır. Orada mahalle meclisleri, halk komiteleri ve kolektif karar alma süreçleri vardır. Halkın nesne değil özne olduğu bir siyasal tahayyül…
Fatsa’da kurulan şey, iyi yönetilen bir şehir değil; birlikte kurulan bir hayattır. Orada halk, korunması gereken bir kitle değil, karar veren bir özneydi. Bugünün merkeziyetçi, buyurgan ve yukarıdan bakan siyaset aklı için hâlâ affedilemez olan da budur.
Bugün engelli bireylerin gündelik yaşamdan dışlanmasına baktığımızda, Fikri Sönmez’in yerel yönetim anlayışının ne kadar güncel olduğunu daha iyi görüyoruz. Eğer yaşasaydı, engelliliği bireysel bir sorun olarak değil, siyasal, toplumsal ve mekânsal bir adaletsizlik olarak ele alırdı. Kentleri, yolları, binaları, okulları ve kamusal alanları evrensel tasarım ilkelerine göre dönüştürmeyi bir “lütuf” değil, demokratik bir zorunluluk olarak görürdü. Kentleri merhametle değil, adaletle yeniden kurmayı savunurdu. Rampaları “yardım” diye değil, hak diye düşünürdü. Sağlamcılığı, demokrasinin önündeki görünmez bir barikat olarak tarif ederdi. Sağlamcılığa karşı durur; normun kibriyle hesaplaşırdı.
Çünkü sağlamcılık basit bir önyargı değildir. Sağlamcılık; bazı bedenleri doğru, makbul ve verimli ilan ederken, diğerlerini eksik, kusurlu, sabredilmesi gereken ya da mümkünse görünmez kılan sistematik bir şiddet biçimidir.
Sağlamcılık yalnızca bedeni hedef almaz. Aynı akıl, kadını kontrol eder, doğayı talan eder, emeği değersizleştirir, itaat etmeyeni tehlike ilan eder. Aynı “normal” kavramı, bir kaldırımın yüksekliğinde başlar; savaş politikalarında, sınır çizgilerinde, hapishane duvarlarında devam eder.
Sağlamcılık yalnızca engellilerin meselesi değildir. Tıpkı toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yalnızca kadınların ya da LGBTİ+’ların meselesi olmaması gibi… Sağlamcılık, yaşamı “normal” kalıplara sıkıştıran bütün iktidar biçimleriyle akrabadır. Hepsi aynı kibirden beslenir: Düzeni koruma ve farklı olanı dışlama kibrinden.
Bu ideoloji; devlet politikalarıyla, tıpla, eğitim sistemiyle, mimariyle, kent planlamasıyla, hukukla ve gündelik dilimizle sürekli yeniden üretilir.
Yerel yönetimler bu yüzden hayati önemdedir. Kaldırımların eğimi, parkların erişilebilirliği, toplu taşıma sistemleri, kamusal tuvaletler… Bunların her biri politik tercihtir. Demokrasi tam da burada başlar: kimin kentte var olabildiğiyle, kimin sürekli mücadele etmek zorunda bırakıldığıyla ölçülür. Bu yüzden mesele empati değildir. Empati geçicidir. Mesele adalettir. Merhamet değil, haktır. İyileştirme değil, dönüştürmedir.
Sağlamcılığı tartışmak, aslında bu düzenin ürettiği bütün eşitsizlik biçimleriyle yüzleşmektir. Çünkü sorun bedenlerde değil; bedenler üzerinde kurulan iktidardadır. O iktidar, aynı anda toplumsal cinsiyeti, emeği, doğayı, hukuku ve yaşamın kendisini hedef alır.
Normun kibri karşısında yaşamın direncini büyütenlere selam olsun. Çünkü yaşam, her zaman normdan daha güçlüdür.
* Aydın Şimşek - Fikri Sönmez Yerel Yönetimler ve Demokrasi Derneği
Yorumlar (0)