Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Sırt Ağrısı

Tiyatroyu bırakıyorum. Çünkü beğenilmemeyi kaldıramam. Cumhurbaşkanı olacağım ki beni beğenmeyenleri kaldırabileyim, ortadan. Çünkü beğenilmemeyi kaldıramam.

Sırt Ağrısı

Üzerinde DTCF Tiyatro Bölümü yazan bir öğrenci kimliğim vardı artık. Otobüslere, metroya indirimli biniyordum. Melih Başgan, en az “önce mühendisliği bitir” diye ortalığı inleten annem kadar gıcık oluyordu bana muhakkak, elli kuruş - bir lira daha az kâr ediyordu benden çünkü.

Gelgelelim, Ankara’da âşık olmanın zorluğuna zaten aşina olan kalbim, sivilce çıkarmalık buhranlardan, buhran
gibi buhranlara evrilen yaş haddim ile okkalı bir yarışa nail olmuştu. Ve bu yarışın sonucunu ancak yastığa başınızı koyduğunuz zaman anlayabiliyordunuz ve kendi kendinize şike yapmayacak kadar dürüst olmak zorunda kalıyordunuz.

Okulun bittiğini anlayabilmek içinse dürüstlüğe, yastığa, geceye ya da bir başa ihtiyacınız yoktu. Diploma veriyorlar. Hayallerinizin çıktısını almış gibi hissediyorsunuz kendinizi. Basılı hayalleriniz oluyor. Haliyle yıpranıyor.

Ankara’nın eski merkezi, şimdinin “1 liracısı” Ulus’ta, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’ne sırtımı dayamış sigara içerken, karşımdaki gençlik parkına uzun uzun bakıyorum. İleride, turistik bir değer taşımasını çocukluğumdan beri tartıştığım Anıtkabir ve şuursuzluk değerini tartışmaya ihtiyaç duymadan saptayabileceğim aksaray öyle melül melül bana bakıyorlar. Ne istiyorsun be oğlum? diye soruyorum kendi kendime. Okul bırakacağım dedin, bıraktın. Tiyatro okuyacağım dedin, okudun. Şimdi ne olacak?

Acil bir kararla, en yakın Batıkent dolmuşuna atlayıp
eve dönüyorum. Kitaplığımın başucundan, Ferhan Şensoy’un herhangi bir kitabını alıp durmadan okumaya başlıyorum. Ferhan Şensoy’u örnek alıyorum. Dört sene ki Türkiye’nin en köklü tiyatro bölümünde eğitim görmeme rağmen bir kere adı dahi geçmeyen bu adamın, adının geçmemesindeki kerameti daha iyi anlıyorum.

Kafam karışık. Telefonum benden akıllı. Bir takım arkadaşlarımın Aşti’de çekilmiş tebessümlü ve fakat daha çok kaygılı fotoğraflarını görüyorum. Herkes gidiyor. Nereye? Gittikleri yer kayıp, bütün fotoğraflar giderken. Telefonlarda ‘’tahmin’’ uygulamasının olmamasına aldırmıyorum, gittikleri yer belli. İstanbul. İki kıtayı birbirine bağlamasının benim için hiç bir zaman anlamı olmayan İstanbul’un boğazının güzelliği de beni hiç mi hiç ilgilendirmemiştir. Benim boğazım daha güzel. Mazot dolu tankerler geçmiyor benim boğazımdan.

Ankara’da Muhsin Ertuğrul’un, Cüneyt Gökçer’in, Sevda Şener’in ayaklarının bastığı yollarda yürüyorum. Kafam karışıyor. Önce Küçük Tiyatro’ya uğruyorum, AST’a selam çakıyorum, sonra Akün’e, hemen arkasına Şinasi’ye geçiyorum. Tunus’tan aşağıya inerken bir bira içiyorum. Dertliyim. İkinci bira’da aşağı yukarı kafamdan şöyle bir tirat akıyor:

“Ne olacak bu ülkenin hâli? HA! Ne olacak! Sanata değer verilmiyor! Tiyatrolar kapanıyor! Operada “tayt giymeyin, memeniz gözükmesin” bildirgeleri yayınlanıyor. Bütün iyi, sağlam, kemik tiyatrocular saçma sapan dizilerde fink atıyor, derse girecek hoca bulamıyoruz! Ne oluyor lan! Ne yapacağız lan!”

Kızılay’a geçiyorum. Olgunlara şöyle bir göz atıyorum. ALES, YDS kitapları gırla... Az ileride, eş dost olmasından aldığım kuvvetle mekânın birine oturuyorum. Wi-Fi şifresiyle gönlümü mest eden Cemil bir çay getiriyor. Araştırıyorum. Ankara’dan gitmek istemiyorum. Tiyatro yapmak istiyorum. Akademisyen olmalıyım.

Cemil’e teşekkür edip kalkıyorum masadan. Olgunlardan

kitapları alıyorum. Eve gelene kadar hevesim geçiyor. Tiyatrocu olmak, tiyatro yapmak başka bir şey. “Tiyatro yapmamış insan, tiyatro yapmak isteyen öğrencilerine ne verebilir ki?” diye soruyorum kendi kendime, cevabı belli: hiç bir şey!

Birkaç gün uyuyorum. Ferhan Şensoy’a kafa yoruyorum. “Ankara’da ne yapabilirim?” diye soruyorum kendi kendime. Yakın bir dostum, muhabbette bana diyor ki “oğlum, Ankara’da da diziler var!” Bak hala dizi diyor bana! Geçen gün berberde denk geldim! Kırk dakika boyunca hiç bir şey olmadı! Ben yazamam! Vallahi yazamam! İçimde bir Sophokles, Shakespeare ya da Çehov olduğu için değil, ben sıkılırım abi, çok sıkılırım!

İkna ediyor arkadaşım beni, “Tiyatro yapabilmek için diziye girmen şart! Herkes öyle yapıyor!” Haklı bir yerde. Gaza geliyorum. Dizi bilmem kaç bininci bölümde, ben bir bölüm izlememişim, olmaz, yazamam. En kıytırık iş olarak “diyalog yazarı” dahi olsam, yok o da olmaz çünkü karakter hangi kelimeyi eder, hangisini etmez bilmiyorum. Bu sırada telefonumdaki cevapsız mesajı görüyorum. Devlet Tiyatroları seçme yapacak!

Günü geliyor! Koştura koştura gidiyorum seçmelere! Ulus’ta ki Genel Müdürlüğün duvarına sırtımı dayıyorum, bir sigara yakıyorum! Seçme geliyor! Heyecanlıyım! Kendini tanıt diyorlar, tanıtıyorum.

“Merhaba, Ben Erdal Ozan Metin. Yirmi beş yaşımdayım. Dramatik yazarlık mezunuyum. Klavyenin, daktilo ya da kurşun kalemin kullanıldığı her işe talibim!”

“Bu oyuncu seçmesi arkadaşım!” diye bağırıyor yüksek oktavlı bir ses. “En azından bir yazar rolü de mi yok?” diyorum, sırtımı dayadığım duvarlar bir bir üzerime yıkılırken. Cevap yok. Kem küm ediyorum, “Arkadaşım ben yazarım demek kolay! Diplomandan bize ne! Oyun yaz, gel! Bakalım yazabiliyor musun?” şeklinde hiç de kem küm kadar dostane olmayan bir azar işitiyorum. Haklılar. Bir rüya kadar haklılar.

Ulus’tan metroya biniyorum, karnım aç. Aşk bile karın doyurmuyorsa bu dünyada, tiyatro neden doyursun?
diye soruyorum kendi kendime. Düşünmek için sırtımı “yaslanmayınız” yazan kapıya yaslıyorum. Macunköy’de metro. Beyaz koltuklar bile benim için ayrılmamış. Pat diye kapı açılıyor, sırtım mermerde, kafamdan azıcık kan akıyor ve neredeyse fazla kanı kusuyor vücudum. Aklım başıma geliyor. Kan değerleri optimum.

Ambulans gecikiyor. Amca’nın biri elindeki gazeteyi kolunun altına sıkıştırarak feryat ediyor:

“Nerede bu ambulans! Ne olacak bu ülkenin hâli?” İşte tam o anda öğreniyorum ben her şeyi. Sırtını hiç bir şeye dayamayacaksın, hele hele sorulara, asla.

Kafamın içinde okkalı laflar dönüyor. Tiyatrocu üstatların lafları. Zorluk görmüş, baskı görmüş, sektör görmüş üstatlar . Günde üç öğün onların laflarını yiyorum. Karnım doyuyor.

Gezi’de, Kuğulu Park’taki kuğuların kulübesinde uyuyan bir dostu hatırlıyorum. Kafamı, bir devekuşu gibi değil, aynı o dost gibi sokuyorum Ankara’nın içine.

Huzurla uyuyorum. Rüyamda bir prömiyer gecesi. Yüzlerce insan, benim yazdığım oyunun prömiyerinde. Fikirlerime değer veriyorlar! diye düşünüyorum. Tam o sırada insanlar salonu terk etmeye başlıyor. Durdurmaya çalışıyorum, oyunun en güzel yeri daha gelmedi ki! En son bir kaç kişi kalıyor salonda, onlar da horul horul horlamaktalar. Sinirleniyorum. Huzursuz uyanıyorum.

Tiyatroyu bırakıyorum. Çünkü beğenilmemeyi kaldıramam. Cumhurbaşkanı olacağım ki beni beğenmeyenleri kaldırabileyim, ortadan. Çünkü beğenilmemeyi kaldıramam.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış