Aynı kokuyu bir süredir bırakın cadde ve sokakları, evimizin mutfağından-banyosundan akan; yiyeceklerimizi temizleyip yıkamak, dişimizi fırçalamak, “temizlenmek” için kullandığımız suda duyumsuyoruz.
İnsanlar için arınma, temizlenme gibi anlamlara sahip olan su, biz insan yerine bir türlü konmayan Ankaralılar için pislik, kötü koku, hastalık korkusu gibi anlamlar taşıyor. Hikâye eskiye uzanıyor: Devlet Su İşleri, 1995 yılında Ankara içme suyuyla ilgili bir rapor yayımlıyor. Raporda, Ankara Su Temini Projesi – Işıklı-Gerede Sistemi Revizyon projesi kabul edilerek onaylanıyor ve kentin su sorununun, sistemin 2003 yılında devreye girmesi ile 2037 yılına kadar çözümlenebileceği belirtiliyor. Ancak nüfusu yüz binin üzerinde olan şehirlerin içme suyu projeleri ve inşaatlarını yapma yetkisi DSİ Genel Müdürlüğüne verilmiş de olsa, Genel Müdürlüğün bu yetkiyi kullanabilmesi için o ilin Belediye Meclisinden karar çıkartılması gerekli.
Ankara Büyükşehir Belediyesi ise bu yönde bir kararı nedense bir türlü çıkartmıyor. Sene 2004. İçme ve kullanma suyu olarak uygun olacağı çeşitli uzman kuruluşlarca belirtilmiş ve önerilmiş olan IşıklıGerede su sistemi, nihayet kentin gündemindeki projeler arasında yerini alıyor. Sistemin kurulması için yaklaşık 300 milyon dolar gerekiyor. Bu paranın 250 milyon dolarlık bölümü için, çeşitli takip, rica ve uğraşılarla aylar sonunda nihayet ikna edilen Japon Uluslararası İşbirliği Bankası (JBIC) ile masaya oturulmadan tam da birkaç gün önce Melih Gökçek, sadece Japon yetkilileri değil, projeye imzayı Japonya ziyareti sırasında atacak olan zamanın Başbakanı Tayyip Erdoğan dâhil herkesi şaşkınlığa sürükleyerek, apar topar bir yazıyla krediyi istemediğini açıklıyor.
Projeden vazgeçiliyor ve Ankaralı bir kez daha susuzluğa mahkum ediliyor. Gökçek sonraki açıklamalarında projenin çok pahalıya mal olduğunu, kendisinin sistemi daha ucuza mal edebileceğini belirtmiş olsa da, işin iç yüzünü araştırmış olanlar için ortada şaşılacak bir durum yok: Japon kuruluş JBİC’nin en önemli anlaşma maddelerinden biri de proje ihale sürecinin oldukça şeffaf olmasını gerektiriyor. İkinci ve son dakikada iptali gerektiren madde ise, ASKİ’nin mali tablolarının JBIC’e açılması zorunluluğu.
Oysa büyük ihtimalle içi boşaltılmış; oy kaygısıyla her çeşit gereksiz ve atıl olacağı baştan belli proje için kullanılmış ASKİ, mali tabloların detayını kimseyle paylaşmak istemiyor. Sene 2007. Gökçek, yaşanacağı seneler önce öngörülen su sıkıntısı ve kuraklıkla başa çıkmak için, yine DSİ tarafından ve bu kez 2005 yılında yayınlanan raporunda geçen aşağıdaki ifadelere rağmen, başkentlilere alelacele ve hiçbir altyapı temin edilmeden, Kızılırmak’tan getirdiği suyu vermeye başlıyor. Üstelik hiçbir uzman kuruluşun onay vermediği bu proje, Işıklı-Gerede projesinin iki buçuk katı maliyetle hayata geçiyor.
“Kızılırmak Nehrinin doğal yapısı itibariyle klorür, sülfat ve sertlik değerleri çok yüksektir. Bu parametreler içme ve kullanma açısından çok önemlidir ve ileri arıtma teknikleri kullanmadan düşürmek mümkün değildir...
Mikrobiyolojik ölçüm sonuçları da Hirfanlı ve Kesikköprü Barajları sularının bakteriyolojik açıdan kıta içi II. sınıf su kalitesinde olduğu ve içme suyu olarak kullanılamayacağını göstermektedir. Ankara için içme, kullanma suyu planlamalarında bu durumlar göz önüne alınarak varsa Kızılırmak dışındaki seçeneklerin tekrar değerlendirilmesinin yararlı olacağı sonucuna varılmıştır.”
Gelelim günümüze. Yıl 2014. Yeni Türkiye’nin Başkentinde insanlar gün be gün hastalanıyor, özellikle çocuklar için büyük risk oluşturabilecek akut gastroenterit, halk arasında bilinen adıyla ateşli ishal vakalarında büyük ve ani artışlar görülüyor. Çevre Mühendisleri Odası ve Kimya Mühendisleri Odası, gereken sorumluluğu göstererek bu artışların içme suyundan kaynaklanıp kaynaklanmadığının anlaşılabilmesi ve halkın bilgi edinme hakkının önünün açılabilmesi için gerek Sağlık Bakanlığına bağlı Halk Sağlığı Kurumuna gerekse ASKİ üzerinden Melih Gökçek’e çağrılarda bulunuyor. Ellerindeki 478 adet raporun verilerinin bir an önce açıklanması yönünde artan taleplerini yineliyorlar.
Peki, adı üzerinde, halkın sağlığını ilgilendiren konularda gerekli bilgilendirmeyi sağlamakla görevli Halk Sağlığı Kurumu ne yapıyor? Bu raporları kamuoyuna açıklamaksızın, yalnızca “Şebeke suyundan alınan 478 adet rapora göre suda uygunsuzluk tespit edilmemiştir” gibi, hiçbir bilimsel ispatı ya da dayanağı olmayan bir ifadeyle yetinmemizi istiyor, ölçüm ve analiz sonuçlarını ise yayınlamıyor. Bu esnada Melih Gökçek bir basın toplantısı düzenleyerek halkın önünde bir bardak ambalajlı su içmek suretiyle adeta gönüllere su serpiyor. Kendisinden açıklama bekleyenleri sorumluluk alıp belgelerle aydınlatmak yerine sağa sola “laf çakarak” son derece ciddi bir konuyu sulandırmaktan öteye gitmeyen kelamlar ediyor, damacana su şirketleri ile bireysel arıtma sistemleri satan şirketleri suçluyor. Biz bazı Ankaralılar da yaşanan bu kirli oyunu temizleyebilecek denli temiz, tertemiz bir su olup olmadığını şu dünyada, merak ederek ekranlara bakakalıyoruz.
Nihayet, geçtiğimiz günlerde (19 Eylül) yine aynı Halk Sağlığı Kurumu tarafından Ankara Valiliği’ne bir yazı yazılarak “suyun kirli olduğunun tespit edildiği, bazı belediyelerin uyarıldığı, uyarılara rağmen ‘gerekli tedbirlerin alınmaması durumunda Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunulacağı''belirtiliyor, tespit edilen uygunsuzluk durumlarının gerekirse kamuoyuyla paylaşılacağı da yazıya ekleniyor. Su sorunu, çok boyutlu bir sorun. Halk Sağlığı Kurumu’nun kentin çeşitli bölgelerinden aldığı su örnekleriyle yaptığı analizlerin sonucunu kamuoyuyla herhangi bir zorunluluk olmadan zaten düzenli olarak paylaşması gerekliliği bir yanda, birkaç ay boyunca gerek doktorların gerekse biz normal vatandaşın maruz bırakıldığı yanlış ve eksik bilgilendirme diğer yanda duruyor.
Oysa su hakkı en temel insani haklardan biri. Yıllardır süregelen su sorunu kısa vadede enfeksiyon hastalıklarına yol açarken, Kızılırmak suyunda yüksek düzeyde olduğu tespit edilen ve Halk Sağlığı'nın son açıklamalarında bahsi geçen arseniğe uzun vadede maruz kalındığında, süreğen zehirlenme ortaya çıkabiliyor. Buna bağlı olarak dışkılama ve işeme sorunları, ilerleyici halsizlik ve yorgunluk, ciltte kansere benzeyen oluşumlar, tırnak çizgilenmeleri, sinir sisteminin işlevinin bozulması, bilinçte bozulmalara kadar varabilen rahatsızlıklar görülebiliyor. Kızılırmak suyunda bulunan bir başka ağır madde ise sülfat. İçme suyundaki sülfat yoğunluğunun direk olarak sağlığa zarar vermediği öne sürülmekle birlikte, bu kimyasal suyun içilebilir niteliğini azaltıyor ve sertleşmeye sebep olarak tadını bozuyor. Sülfatın en önemli özelliği ise aşındırma. Şebeke borularından sürekli olarak evlerimize ulaşan sudaki yüksek sülfat düzeyi borularda aşınmaya sebep oluyor ve eğer alt yapı yeteri kadar sağlam değilse, ki ne yazık ki Ankara’da değil, sızıntıya neden olarak kirli-atık suyun şebeke suyuna karışmasına yol açıyor.
Ankara suyunda yüksek düzeyde olduğu defalarca tespit edilmiş bir diğer ağır metal ise alüminyum. Kimya Odası Temmuz 2012 ve Haziran 2013’te kentin değişik bölgelerinden aldığı örneklerle yaptığı analizlerde, içme suyunda izin verilen değerin dört-beş kat üzerinde alüminyum saptandığını duyurmuş, ancak Büyükşehir Belediyesi ve ASKİ açıklamaları umursamamış ve alışılageldiği üzere Ankara’nın suyu temiz iddialarını sürdürmüştü. Odanın 2012’de yaptığı bir açıklamaya göre, kentte sınır değerin dört-beş katını aşan miktardaki alüminyum, insan sağlığı için tehlikeli sonuçlar yaratabiliyor. Yüksek miktardaki alüminyumun özellikle sinir sistemi hastalıklarına yol açabildiği, ayrıca çocuklarda hafıza kaybı, öğrenme güçlüğü gibi ciddi sonuçlara yol açtığı biliniyor. Kronik böbrek rahatsızlığı olanların durumlarını kötüleştirdiği gibi, vücutta birikmesi çeşitli kemik hastalıklarına, eklem ağrılarına, kanda eritrosit yapımında bozulmaya ve bağışıklık sisteminde hasara yol açtığı da saptanmış durumda. Yukarıdaki bilgiler, yalnızca kentimizi yönetenlerin planlama konusundaki eksikliklerini ortaya koymakla kalmıyor, zira tüm bu yaşananların sebebi kuraklık değil.
Açık ki eksik olan şey daha başka, daha etiğe dayalı, daha derin. Halkın sağlığını hiçe saymak ve sahip olunan yetkinin getirdiği sorumluluğun farkında bile olmamak gibi büyük eksiklerin dışında, kamuoyunu direkt olarak ilgilendiren böylesi bir konuda bırakın kent sakinlerini olabilecek her türlü yoldan ve en doğru şekilde bilgilendirmeyi, onları “sorun yok” diyerek bilinçli bir şekilde yanlış yönlendirmenin, sağlıklarıyla oynamanın, hastalıklarına sebep olmanın başka bir adı olmalı ve bu adın da bir bedeli olmalı. Hiçbirimiz hasta olmamak için şişe suyu kullanmak zorunda değiliz.
Hiçbirimiz bireysel olarak su sorununa çare aramak zorunda değiliz. Hiçbirimiz yiyeceklerimizi yıkarken hastalık korkusuna kapılmak, musluğumuzdan akan suyun kokusuna katlanmak zorunda değiliz. Çünkü Büyükşehir Belediyesi ve ASKİ bizlere temiz, içilebilir su sağlamak zorunda. Çünkü Halk Sağlığı Kurumu elindeki 478 analiz sonucunu ve bundan sonra yapacağı bütün analiz sonuçlarını bizlere açıklamak zorunda. Çünkü aklımızdan suya dair temizliği çağrıştıran ne varsa yok edip yerine olabilecek en kötü anlamları koyan fütursuz ve beceriksiz kent yönetimi, bile isteye verdikleri bu zararın bedelini bir şekilde ödemek zorunda. Çünkü su akar, yolunu bulur ve bu kez yolun varacağı yer bellidir.
Kaynaklar: www.kmo.org.tr
www.ankara.cmo.org.tr
www.ankara.bel.tr www.dsi.gov.tr
Yorumlar (0)