Hüner Aydın: Ankara, Mon Amour!’dan beri gördüğüm “tiril tiril yeşil elbise”li herkes bende bir daha dönüp bakma isteği uyandırdığı için açılışı, tiril tiril yeşil elbise vurgusuna sebep herhangi bir şey var mı? sorusuyla yapmak istiyorum.
Şükran Yiğit: Yeşil olması şart değil ama tiril tiril yazlık elbiseleri çok severim. Belki de bir özgürlük duygusu uyandırıyorlar içimde, ayrıca bir korunaksız olma hali de var tabii, dünyaya açık olmak... Bir de yeşil murattır derler.
HA: “Şairin hayatı şiire dahil”den yola çıkarsak, yazarın hayatı da romana dahil diyebilir miyiz? Romanda kime denk geldiğinizi, daha doğrusu kimde sizden bir şeylere rastlamanın mümkün olduğunu merak ediyorum. Suna? Madam Litvak?
ŞY: Ankara Mon Amour karakterleri, dönemi ve atmosferiyle otobiyografik özellikleri belirgin bir roman zaten. Eh ben cevabı dolandırmadan vereyim: En fazla Suna var içimde.
HA: Grundrisse’den yer yer bahsediyorsunuz kitapta, öğrencilik yıllarınızda “ciddiyetle Grundrisse okumaların”ız oldu mu? Bu, hayatınızdan bir iz midir?
ŞY: Oldu tabii. O zamanlar az kitap çıkıyordu, çıkan hemen hemen bütün kitaplardan haberimiz olurdu. Ve tabii ki, dönemin ruhuna uygun olarak da hayatı anlamak için Marksist klasikleri, okumamız gerektiği gibi bir fikri sabitimiz vardı – aslında hala da var – Fakat on sekiz, on dokuz yaşındaydık. Ne kadar entelektüel donanımımız olabilir ki! Okuyorduk, okuyorduk ama pek bir şey anlamıyorduk galiba Bir akşamüstü ODTÜ’de, okulun pastanesinde otururken aklımıza "şahane" bir fikir geldi: Neden biz en baştan, yani Genç Marx'tan, yani "1848 Elyazmaları'ndan" başlayıp da kronolojik olarak okumuyorduk, Marx'ı? Belki biz de aynı şekilde gelişebilirdik. İçimizden birisi "siz kendi ilkel kafanızı Marx'ın ilkel kafasıyla aynı mı sanıyorsunuz?" deyip bizi bu şahane rüyadan uyandırmaya çalıştıysa da devam ettik. Kitapları topladık, kronolojik olarak dizdik ve başladık okumaya. "Elyazmaları", "Yahudi Sorunu", "Alman İdeolojisi"... İşte Ankara'da, ODTÜ'de 1979 yazını böyle geçirdik. Sanırım o yazın ertesinde de Grundrisse yayımlandı.
HA: “Kızılay’da ‘bir öğle vakti’ “ bölümündeki tırnaklar, Sevgi Soysal’a bir göz kırpma mıdır, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin Ankara’da geçtiğini de düşünerek? Aynı şekilde “Ağustos –‘Bir günün hikayesi’ “nde de Bir Günün Hikayesi filmini anımsamalı mıyız?
ŞY: Evet, ikisi de doğru, öyle...”Bir Günün Hikayesi” filminin sadece öyküsünden değil, aynı zamanda Nur Sürer’in oyunculuğundan çok etkilenmiştim. Filmi bir kere ve o dönem seyrettiğim halde bazı sahneler, hala aklımda.
HA: Kitabı yazdığınız süre boyunca Frankfurt’ta mıydınız? Ankara’ya uğradığınız oldu mu? Orhan Pamuk’un Kar’ı yazarken yaptığı İstanbul-Kars seyahatleri gibi bir şey, söz konusu mu? Kitapta yoğun bir özlem seziliyor fakat bu soruyu sormadan edemeyeceğim.
ŞY: Genel olarak Frankfurt’taydım. Ankara’ya arada gelmişimdir ama özellikle kitap için değil, ailem ve arkadaşlarım için. Ben zaten bildiğim şeyleri, aklımda kaldığı izlenimle ya da bir ana duygunun ardından giderek yazmayı seviyorum.
HA: Öğrencilik yıllarınız Suna’nın öğrencilik yıllarıyla benzer nitelikte mi geçti? Öğrencilik yıllarınızın denk geldiğini hesap ederek soruyorum, “Eylül 1980” için söylenecek onca şey içinde sizin söyleyebilecekleriniz nelerdir?
ŞY: Yaşadığımız toplumsal travmadan ya da kendi ellerimizle banyo kazanlarında yaktığımız kitaplardan ya da yaralanan ruhlarımızdan konuşmak kolay olmasa da, mümkün belki. Ama gencecik çocukların canlarıyla ödedikleri bedeli ve onların ardında kalanların acılarını, benim söyleyebileceğim hiçbir sözcüğün açıklayabileceğini sanmıyorum. Korkunçtu. Ama şunu da eklemek isterim: Tek başına 12 Eylül değildi korkunç olan. Öncesinde de günde otuz kişinin politik nedenlerle öldürüldüğü bir ülkeden bahsediyoruz. 12 Mart’ı yaşamış bir ülkeden bahsediyoruz. Türkiye’de 12 Eylül darbesi olduğunda; Batı, az çok ’68 hareketinin yarattığı toplumsal ve kültürel hareketlerin atmosferinde yaşıyordu. Kadın hareketleri ve çevre hareketleri ortaya çıkmıştı. Eşcinsellik tartışılıyordu. Müzik ve edebiyat, hala ’68 hareketinin yarattığı özgürlüğün ifadesini bulduğu alanlardı. Türkiye ise 68’in devamını, neredeyse, sadece politik bir hareket, bir uyanış olarak yaşadı. O da bastırılınca çorak bir ülkeye döndü Türkiye.
HA: Kitapta Gülay Hanımla Emel’in taşındığı bahçeli köşk tamamen kurmaca mı? Betimlemelerden yola çıkarsak muhakkak buralarda öyle bir yer olduğuna inanırız. İstesek Ankara’da bahçeli köşkü bulabilir miyiz?
ŞY: Bence her yerde bulabiliriz bir bahçeli köşk! Her yerde, her mahallede diğer evlerden farklı bir ev bulunur. Bunun illa ki köşk olması şart değil, ama muhakkak, belki balkonundaki ya da penceresinin önündeki çiçeklerin güzelliği ile, duvarlarını saran sarmaşığı ile ya da belki de sadece rengi ile bile olsa diğerlerinden ayrılan bir ev olur. İşte o ev o mahallenin bahçeli köşküdür. “Sonra omuzunda çantası çıkıp gitti Suna, her sabah Tuzluçayır gecekondularına gittiğini yıllar sonra öğrenecektim.” Diren Tuzluçayır! - Suna, buralarda olsa her sabah gecekondularına gittiği Tuzluçayır için ne yapar, ne söyler, ne düşünürdü?
Siz söylemişsiniz zaten yukarıda. Teşekkürler, sevgiyle kalın!
Ben teşekkür ederim, sevgilerJ
Yorumlar (0)