Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Yuvarlansın Taşlar!

Yer altında başka taşlar var. Yerin üstünde de başkaları. Bitmeyen bir direnişle, kendi Hades’lerimizin bize “ceza” olarak verdiği -ve başkalarına da öyle gelen- bu hediyeyi, okuyanın yüzünde derin gülümsemeler yaratabilmek için yuvarlıyoruz. Bitmeyen bir direnişle.

Yuvarlansın Taşlar!

 

Öykü yazmayı, bundan yıllar önce akla mıh gibi çakılan renk, ses, an ve hislerin o çakıldıkları yerde kök salarak büyümesi, dallanması, çiçeklenmesi; meyveye dönmesi ve sonuçta o meyvelerin paylaşılması olarak tanımlayacağımı düşünüyorsanız, yanıldınız.

Öykü yazmak o mıh gibi çakılanların, yazar tarafından orada bulunması, belki başka an’lar, renkler, sesler ve hislerle yerinden kaldırılması; akılda yuvarlatılarak başka yerde yuvalanmasını sağlamasıdır aslında.

Bu nedenle “ben”den söz etmem. Kadınlar, adamlar, çocuklar, yaşlı teyzeler, amcalar; belki bir kibrit kutusu, serçe parmağı, eşikten atlayan o kedi ya da bir şemsiye elbette yardımcı olabilir meram anlatmaya.

Öykü yazmak terzi işi gibidir, parçaların birleştirilmesi, dikilmişlerin sökülmesidir. Bu nedenle istemeseniz de elinize iğne batıverir, bu biraz da “çuvaldız” meselesindendir.

Öykü okumak ise kocaman dağların arasında kalmış küçük ve neşeli bir tepeyi ziyaret etmeye benzer. Tırmanması ve inişi kolay, doruklarda yaşadığınız zaman kısa ama çok derindir. Kitabı kapattığınızda yüzünüzde beliren o tarifsiz gülümsemenin zaman - mekân uzamlarından bağımsız büyüklüğünün izidir o derinlik. 

Bu kocaman dağlar arasında keyifli direnişini yaşar öykü yazarı. Bir yerlere de sığdırılamaz bir türlü. “Keşke roman yazsa” denir, “Şiir gibi yazıyor” denir. “Bunları podcast yapsana!” deniyor şimdilerde. Yazar o tepenin üzerinde hayatta kalmak için direnir, üstelik yerin altında duran ve asla oynatılamayan “ağır taş”lara rağmen.

Direnmekten keyif alan bir insanım, böyle yetişmişim. Niyetim, kafamdaki mıhlanmış taşları ağırlaştırmadan yerinden oynatmak, yuvarlamak, yuvalamak ve oradan tekrar başka bir yolculuğa çıkarmak. Kabilenin tepkisine rağmen kaderine katlanmamak. Belki de Hades’e inat, taşı her seferinde farklı bir umutla tepeye doğru yuvarlayan Sisyphos gibi. Her seferinde yeniden, inatla…

Yer altında başka taşlar var. Yerin üstünde de başkaları. Bitmeyen bir direnişle, kendi Hades’lerimizin bize “ceza” olarak verdiği -ve başkalarına da öyle gelen- bu hediyeyi, okuyanın yüzünde derin gülümsemeler yaratabilmek için yuvarlıyoruz. Bitmeyen bir direnişle. 

Dünya Öykü Günümüz kutlu olsun.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış

İlginizi Çekebilir