Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Yüzleşmek Rahatlatır: Dildeki İktidarı Konuşuyoruz

Bir yazar, Buket Uzuner “Kör sağıra çok güzelsin demiş…” diye bir cümle paylaşmış, sosyal medya hesabından. Altına “ne güzel söz”, “ne anlamlı metafor” diye yorumlar yağdı. Ama ben o cümledeki estetiğin altından tanıdık bir dışlama sesi duydum. Körlük, sağırlık, dilsizlik… Yine birer eksiklik metaforuna dönüşmüştü. Yine “farklı” olan “eksik”ti. Yine birileri adına konuşuluyor, ama kimse onların sesini duymuyordu.

Yüzleşmek Rahatlatır: Dildeki İktidarı Konuşuyoruz

Ben de yazdım. Dedim ki: “Bu dil sağlamcı bir anlam üretiyor.” Demek istedim ki; niyet iyi olabilir, ama dilin tarihi iyi niyetle aklanmaz. Tepki büyüktü tabii. Ve hemen o meşhur cümle geldi: “Ben zaten vicdanlı bir insanım, art niyetli değilim.” Biliyoruz, çünkü bu ülkede her tartışma oraya varır. Vicdan, çoğu zaman yüzleşmenin yerine geçer. Kibirle süslenir, iyi niyetle parlatılır, ama sonuç hep aynıdır: Hata yapan özür dilemez, açıklama yapar.

 Yüzleşmek Rahatlatır: Dildeki İktidarı Konuşuyoruz

Benim derdim Buket Uzuner değil. Benim derdim, her eleştirinin ardından hızla örülen o savunma duvarı. Her gün yeniden üretilen. Kötü niyetli olmayabilir elbet. Ama kötülük bazen tam da o “niyet” kelimesine sığındığımız yerde büyür; çünkü dil orada kirlenir, orada da aklanır. Dil, niyetle aklanmaz. Çünkü onun bir tarihi vardır. O tarih sınıflardan, cinsiyetlerden, iktidarlardan geçer. Kimse masum bir kelimeyle konuşmaz. Kelimeler, biz fark etmeden taraf tutar. Bazen bir devlet gibi buyurur, bazen bir yazar kadar zarif konuşur. “Ben zaten vicdanlı biriyim. / Niyetim kötü değil. / Benim de engelli arkadaşlarım var!” En çok duyduğumuz cümleler.

Ama vicdan, bazen sınıfsal bir lükstür. Kimi vicdan, faili aklamak için konuşur; kimi susarak düzeni korur. Tıpkı savaşlara karşıymış gibi yapıp, savaştan kazananların dilini sürdürenler gibi. Çoğu zaman vicdan, yüzleşmenin tam karşısına oturur. Çünkü kendini iyi hissetmek, değişmekten daha kolaydır. Vicdan, özrün estetikleştirilmiş halidir bazen.

Ben duygulara değil, dile baktım. Çünkü iyi niyet çoğu zaman sözü aklar, ama anlamı değil. Kalp konuşur, dil devam eder — ve tarih hep dili yazar. O yüzden ben de kalbi değil, kelimeyi sorguladım. Bu tartışmada yalnız değildim. Birçok insan- özellikle özneler- aynı şeyi hissetti: “Bu doğru değil. Bu dil incitiyor.” Ama yine duyulmadı. Çünkü her tepkinin karşısına bir savunma çıktı: “Niyetim kötü değildi.” Sanki incinmenin nedeni yanlış anlamakmış gibi. Oysa biz yanlış anlamadık. Biz, yıllardır aynı cümlelerle incinmiş insanlarız. Biz, her gün “anlamaz”, “duymaz”, “söyleyemez” diye temsil edilen bir dünyanın içindeyiz. Ve o yüzden bir yazarın cümlesindeki tek bir kelime bile bizi yeniden hatırlatıyor. Çünkü o kelime, sadece bir kelime değil — bir iktidar tarihi.

Kimse Buket Uzuner’in kötülüğünü konuşmadı. Ama o ısrar, o “ben zaten iyi biriyim” hali, tanıdık bir duvar ördü aramıza. Kibirle örülmüş, vicdanla sıvanmış bir duvar. O duvarın adı: “Ben yanlış olamam.” Biz o duvarın karşısında durduk. Kavga etmek için değil; yüzleşmenin mümkün olduğunu hatırlatmak için. Çünkü yüzleşmek bir yazar için yenilgi değil, olgunluk göstergesidir. Ama belli ki bazıları için hâlâ zayıflık sayılıyor; çünkü büyümek, iktidar alışkanlıklarını bırakmayı gerektiriyor.

Bu ülkede herkesin bir vicdanı var, ama kimsenin hatası yok. Kimse kötü niyetli değil, ama ayrımcılık her yerde. Kimse kimseyi dışlamıyor, ama dışarıda kalan hep aynı insanlar. Demek ki mesele niyet değil, sistemin içselleşmiş dili. “Ben iyi bir insanım.” “Ben zaten farklılıklardan yanayım.” Bu cümleler politik sorumluluğun değil, konforun ifadesi.

Vicdan, burada bir özür değil, bir zırh işlevi görüyor. O zırhın altında kibir saklanıyor: “Ben zaten farkındayım, beni eleştiremezsiniz.” Ama kibir tam da o farkındalık iddiasının içinde büyüyor. Çünkü kendini eleştiriye kapatan her “iyi niyet”, iktidarın en yumuşak maskesidir. İktidar bazen polis gibi bağırmaz; bazen bir tweet kadar kibar, bir yazar kadar ölçülü konuşur. Ama diliyle yeniden üretir hiyerarşiyi: kim konuşabilir, kim susmalı, kim sadece “anlaşılmamıştır.” Türkiye’de “vicdanlı aydın” figürü bunun en rafine hâli. Her tartışmada karşımıza çıkar: “Ama ben zaten insan haklarından yanayım.” Evet, ama hangi haklardan? Ve kimin sesiyle? Çünkü hak savunuculuğu da duyarlılık da ayrıcalığın içinden konuştuğunda bir iktidar biçimine dönüşür.

Bizim meselemiz bir tweet değil, bu kültürün kendisi. Her hatayı açıklamayla, her eleştiriyi art niyetle karşılayan bir kültür. Oysa biliyoruz: Yüzleşmeden dönüşüm olmaz. Ve yüzleşmeyi en çok reddedenler, genelde en çok alkış alanlardır.

Bizim için kibir bir kişilik meselesi değil, politik bir sorundur. Çünkü kibir, dili steril tutar; toplumu suskun. Vicdanla parlatılmış kibir hiçbir şeyi değiştirmez — sadece erteler. Biz ertelememekten yanayız. Biz rahatsız etmekten yanayız. Çünkü rahatlık, hep birilerinin sırtında kurulur.

Bu tartışma da bir tweetle başlamadı aslında; hep oradaydı. Yalnızca bir cümlenin içinden görünür oldu. Bir kez daha anladık ki, bu ülkede zarif sandığımız bir cümle bazen en güçlü iktidar aracıdır.

Yüzleşmek zor ama iyileştirici bir şeydir. Kibirle, niyetle, vicdanla örtüldüğünde hastalık kronikleşir. Biz o yüzden susturulmayı değil, konuşmayı seçiyoruz. Kırılmadan, eğilip bükülmeden, ama ısrarla.

Üzülme Buket, biz seni yargılamıyoruz, ama dilini ve ısrarını sorguluyoruz.

Yüzleşmek rahatlatır, söz. 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış