Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

“Biz yaşamı, onun uğruna ölecek kadar seviyoruz”*

Bu yazıyı yazmaya karar verdiğim sırada, iki kelimeden oluşan bir isim daha eklemem gerekti; Mert Cömert! O da diğerleri gibi zulmün üstüne yürümeye kararlı genç bir yürekti. Güzelliklerin hüküm sürdüğü, mutlu ve özgür bir dünyaydı hayali. Diğerleri gibi... Tüm dünyayı yüreğine sığdırabilecek bir olgunluğa sahip olan, diğerleri gibi. Cebrail, Yunus, Ezgi, Büşra, Polen, Çağdaş, Medali gibi. Ve diğer diğerleri gibi; Barış, Arîn, Zilan, Şerzan, Aydın ve Ferhat.

“Biz yaşamı, onun uğruna ölecek kadar seviyoruz”*

Zamansız ve haksız ölümün tedavülden kalkmasıydı amaçları. Ölümü söküp atmaktı topraktan. Yerine yaşamın tohumlarını ekmek. Ne Fırat’ın doğusunda ne de batısında, düşmesindi toprağa ölüme yabancı bedenler. Yüzlerdeki hiçbir gülüşün yerini, acılarla dolu bakışlar almasın diyeydi Çağdaş’ın Şerzan’a uzattığı elin sebebi. “Barış”tı Arîn’in dillerinden süzülen “Ezgi”nin adı. Ve bu ezgiye eşlik eden “Polen”ler.

Kimse bilmezdi belki onların aklından geçenleri, görmezdi kimse belki ne gözlerindeki ışıltıyı ne de yüreklerindeki sevgiyi. Anlamayanlar da vardı onların neden yola çıktıklarını. Vardı ki engel olmaya çalıştılar! Yollarından etmeye, amaçlarından caydırmaya, ideallerinden uzaklaştırmaya çalıştılar. Üstelik bunu ilk kez yapıyor değillerdi. Daha önce sayısızca kez yola barikat, yaşama ölüm, hayata zulüm, aydınlığa karanlık, barışa savaş olmuşlardı. Daha sayısızca kez onların gözlerindeki sevginin ışığını görmezden gelerek karanlığa gömülmüşlerdi. Çünkü böyleydi ölümlerin efendisi karanlığın kanunu. Ölümdü, kandı, katliamdı... Tecavüzdü, vahşetti, kalleşlikti... Hırsızlıktı, yalandı, talandı onun uzuvları. Yüreğimizden 33 parçayı koparan uzuvlar.

Yaşatmaktı 33’lerin tüm meramı, yarınları kurmaktı savaşın coğrafyasında. Kobanê’de, yerinden yurdundan edilen, üzerlerine kan ve barut kokusu sinmiş çocukları mutlu etmekti hepsinin derdi. Yaşatmaktı istedikleri. Hayalleri, umutları, yarınları... Yaşamı sevmekti tek suçları! Yaşamayı, yaşatmayı, yeşertmeyi. Dökülen kanlardan özgürlüğü, gözyaşlarından umudu, yarınları, sevgiyi damıtmaktı heybelerinde taşıdıkları görev. Çocuklara sarılmak, onlarla birlikte yaşamı yeşertmek.

Ket vurmak istediler yollarına. Karartmak, barış için yola revan olanların yolunu. Çalmak, yok etmek istediler heybelerini. Belki de satmak... Onlara kalsa, gelmesindi bu topraklara barış.
Hep savaş yürüsündü o yollarda. Hep zulüm. Ölüm... “Suçlu” gördüler onları. Tüm bu masum hayallerinden ötürü üstelik. Onlara göre yaşatmak ve yeşertmek “suç” idi. Öldürmek, yıkmak
ve parçalamak ise meşru!.. Kalanları da 33 yerinden yaralamak. 33 sancı kuyusu açmak. 33 öfke merkezi... Oysa öldürdükleri onlar değildi! Yaraladıkları bizler değildik! Öldürdükleri; kendi yarınlarıydı. Belki onlara da adaletli olmayı, sevmeyi ve yaşamın tüm kokularını koklamayı öğretecek yarınlarını katlettiler. Kendi suçlarını gizlemek için katlettiler onları. Asıl suçlu, onları katledenlerdi. Vicdanları dahi suçlu olan karanlık yürekliler. Doğrusu; yüreksizler. Aklınız, diliniz, elleriniz, kalpleriniz suçlu sizin. Baktığınız her yana ölüm kusan, milyonlarca korkunun sahibi bedeniniz suçlu. Altında yaşadığınızı sandığınız ama aslında ölü olarak kaldığınız çatınız suçlu. Uğruna tüm dünyayı kıyımdan geçirebileceğiniz gururunuz suçlu. Savaşa tapan inancınız suçlu sizin. Paraya odaklı bilinciniz suçlu. Barış’tan korkan, Aydın’lık düşmanı ferasetiniz suçlu. Siz suçlusunuz!

Roboskî’de de suçluydunuz. Reyhanlı’da da, Gezi’de de... Soma, Ermenek, Diyarbakır, Kobanê’de de... 34 kez, 301 kez, 18 kez, 5 kez suçluydunuz. Hep suçluydunuz! Çünkü hep savaşı hep sömürüyü körüklediniz. Savaşla, sömürüyle korudunuz iktidarlarınızı, bankalardaki milyon dolarlarınızı, katlarınızı, yatlarınızı, kurduğunuz kirli ilişkilerinizi... Altın kaplamalı, deri kordonlu saatinizi vermemek için, binlerce cana kıydınız. Onbinlerce yüreğe ateş saldınız. Neden?

Çünkü siz, bütün o servetinizi bizlere borçlusunuz. Sistematik olarak katlettiğiniz bizlere. Sırtını sıvazlayarak, pohpohlayarak bellerine palaska takıp, ellerine G3 verip ölüme gönderdiğiniz “vatan kurbanlarına” borçlusunuz. Katliamdan, cinayetten, ölümden besleniyorsunuz.

Ama öleceksiniz! Yaşayarak öleceksiniz. Saatinizi, bankalarınızı, bilcümle servetinizi kaybederek öleceksiniz. Çünkü sizin için ölümün asıl anlamı; madden kaybetmektir. İçtiğinizi zannettiğiniz kanlar, katlettiğinizi düşündüğünüz canlar bitirecek sizi. Onların ardılları kaybettirecek sizlere. Taptığınız savaşın yerine, barışı mümkün kılmakla öldürecekler sizi. Bir gün, mutlaka birleşecek katlettikleriniz ile ölüme gönderdiklerinizin elleri. İşte o zaman ölümün adı layığını bulacak. İşte o zaman savaş yerini barışa bırakacak.

*Kemal Pir, 14 Temmuz 1982'de Diyarbakır Cezaevi'nde başladıkları ölüm orucu sonucunda Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek ile birlikte hayatını kaybetmiştir. PKK'nın kurucularındandır.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış

İlginizi Çekebilir