Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Aşk Üzerine

Kim bilir, aynada yitirdiğimiz aksimize değil de belki bizzat, bu eksikliğimizi arama ve onu tamamlama sürecimize âşık oluyoruzdur; tamamlanmak için değil, eksik kalabilmek için. Ve kim bilir, belki de aşk; aynadaki kayıp-ötekimizi her gün yeniden aramanın bir eylemidir.

Aşk Üzerine

Dereden Tepeden Yazılar

Baltazzi Köşkü, Eros, Afrodit, Psiko ve Aşkın “Haz” Hâli

Köşk’ün koskocaman bahçesi, Üçkuyular Meydanı’ndan Kıbrıs Caddesi boyunca yürürken solunuzda kalır, Dokuzçeşmeler Kampüsü’ne hayli yakın. 1850’lerde inşa edilen yapı şimdi(ler)de birden fazla liseye ev sahipliği yapıyor her ne kadar tarihî bir bina olsa da. Démosthènes Baltazzi, Mimar John Turtle Wood’a sipariş etmiş. Şehzâdeler Murad, Abdülhamid ve Yusuf İzzeddin efendilerin yanı sıra Meclîs-i Vâlâ Reisi Keçecizâde Fuad Paşa’yı da yanına alıp Kahire’ye giden Padişah Abdülaziz, dönüşünde İskenderiye’den İzmir’e gelir. İzmir-Aydın Demiryolu (1856) açılalı çok zaman geçmemiş, İzmirli Levantenler ise tren hattının Buca’ya kadar da uzatılması için Padişah’ın aklına girme derdindeler. O yüzden ki, İzmir’in umum Levanten aileleri Padişah’ın dönerayak Buca’ya uğramasından bir hayli memnunlar. İzmir’e geldiğinde Padişah da bu Köşk’te dinlenir/kalır (1863).

O zaman Köşk’ün bahçesinde muhteşem heykeller vardır, şimdi hepsi üniversitenin uhdesinde, Dokuz Eylül’ün koleksiyonu içinde. Bu (replika/reprodüksiyon) heykellerden biri, şimdi Edebiyat Fakültesi avlusunda duran Afrodit’e ait. Gözleri uzaklara dalmış Banu Alkan (değil tabiî), ağzı açık, dalgaların üzerinde yüzen bir yunusun üzerindedir. Orası burası iyice açılmasın diye bir eliyle elbisesini tutar, öteki eli de göğsünde.[1]

Aşk tanrıçası haspa. Kadim Yunan âleminde işmar etmediği ne bir fâni bırakmış ne de bir tanrı ama gel gör ki bir tek tanrı Hephaistos onun dest-i izdivâcına tâlip olmuş. Rivayet o ki Oniki Olimposlu’dan biri, savaş tanrısı Ares’le de aşna fişne yapmış. Eros da bu aşkın meyvesi.

Baltazzi Köşkü’nde Eros’un da heykeli bulunur -anasının yanında, üniversitede- daha yeni yetme yaşlarında Eros, flüt çalmaktadır. Eros’un annesi Afrodit’le arası limonî; hazin bir aşk hikâyesidir, anlatayım:

Eşek Lucius’un Anlattığı Hikâye

Photis ve oynaşı Lucius, kapının aralığından, gizlice, kuşa dönüşerek sevgilisine kavuşmaya karar veren Pamphile’nin kavanozdaki merhemi açıp baştan aşağı vücuduna sürmesini ve bir baykuşa dönüşerek kırklara karışmasını izlerler. Photis’in efendisi Pamphile’nin sırra kadem basmasında sonra Lucius, merhemi kullanmasına izin vermesi için Photis’a yar yar yalvarır: “…fırsatını yakalamışken, aşkının bu büyük ve eşsiz meyvesinden nasipleneyim; n'olur, benim baldan tatlım, şu aynı kavanozdan bana da biraz merhem ver, bu güzel memelerinin başı için! Asla ödeyemeyeceğim bir iyilik yapıp ebediyen bir köle gibi kendine bağla; Venüs’ümün kanatlı Cupido'su gibi yanına yanaşmamı sağla” diye yalvarır. Photis de farkındadır, merhemi sürüp kuşa dönüştüğünde Lucius’un da Pamphile gibi bir kuş olup uçacağının; haklı olarak çıkışır Lucius’a “…baltayı kendi bacaklarıma indirmemi mi istiyorsun aşkım benim? Sen öyle savunmasız haldeyken, ben seni o Thessalia fahişelerinden zor kurtarırım. Bir kuş haline geldiğinde bir daha seni nerelerde bulurum, tekrar ne vakit görürüm?"

Ne diller ne diller döker Lucius; “Gökteki tanrılar beni böyle bir suçu işlemekten sakınsınlar…bir kartalın süzüle süzüle uçan kanatlarına binip bütün gökyüzünü dolansam bile, kanatlarımı böyle soylu biçimde çırptıktan sonra dosdoğru bu yuvacığıma gelmez miyim hiç? Ruhumu tuzağa düşüren şu saçının tatlı örgüsü adına yemin ederim ki, başka hiçbir kadını Photis'ime değişmem.”[2] bile der, eni sonu ikna eder Photis’i.

Lakin turpun büyüğü heybededir. Kuş olup tüyme planları kuran Lucius, merhemi bir güzel sürer; sürer sürmesine de bir anda baykuşa değil, kocaman bir eşeğe dönüşmeye başlar: Photis’a yanlış kavanozu vermiştir; sadece gül çiğnerse eşeklikten çıkabilecektir.[3] Üstelik eşek Lucius’u ertesi gün soyguncular kaçırırlar, alır götürürler. “Neredeyse günün ortasında, güneş alev alev ortalığı kasıp kavururken, bir köye” varırlar ve “…hırsızların yakından tanıdığı yaşlı dostlarının evine konuk” olurlar.[4] Oradan kaçıp önce Yedi Kapılı Thebai[5] şehrine sonra da Plataea’ya gelirler ama soyguncuların üç arkadaşı öldürüldükten sonra bu şehrin de sınırlarından çıkmak zorunda kalırlar.[6]

Eşek Lucius’un yeni sâhipleri -soyguncular- her gittikleri yerde talana devam ederler. Cebellezi edecek bir şey bulamadıklarında “…bu kadar silaha, bu kadar yiğitliğe, çetenin bunca gücüne karşılık getire getire genç bir kız[ı]” yanlarında getirirler. Eşek Lucius‘ın yalancısıyım, kızın “Görünüşünden özgür doğumlu olduğu” besbellidir; “…hanımefendiliği de yörenin ileri gelen ailelerinden birinin kızı olduğunu göster[mektedir]” ve Hercules aşkına, Lucius “…gibi bir eşeğin bile başını döndürebi[lecek]” kadar güzel bir afet-i devrandır. “Ağlıyor, saçını başını yolup elbiselerini paralıyor”dur.[7] Soyguncu erkekler bile “El aman!” derler, kızın gönlünü alacak laflar ederler ama “Kızın üzüntüsü bu tür ipe sapa gelmez laflarla yatışacak gibi değildi[r]… Başını dizlerinin arasına koymuş durmadan ağl[ar]... “Ah, zavallı ben… güzel evimden, geniş ailemden… koparıldım… esir düştüm ve bir köle gibi.. kapatıldım!” diye feryâd u figan eder.

Soyguncular bakarlar ki baş edemeyecekler, yaşlı bir kadını çağırırlar onu teskin etmesi için. Yaşlı kadın; soyguncuların ganimeti genç kızın yanı başına oturur "Kalbini ferah tut, yavrum," der, "…rüyaların asılsız aldatışlarından korkma. Gündüz uykularında görülen rüyaların yalancı oldukları söylenir hatta gece görülen rüyalar bile bazen tersine çıkar.” der ve başlar bir hikâye anlatmaya: Bizim Baltazzi Köşkü’nde flüt çalan Eros ile Psiko’nun (Psyche) hikâyesini.

Kaderden Nefrete, Nefretten Aşka: Eros ile Pycshe

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pire berber iken deve tellâl iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ülkenin birinde bir kral ve bir kraliçe yaşarmış. Bunların, güzellikleri dillere destan üç kızları varmış. Hele küçükleri, onun “…güzelliği öylesine soluk kesici, öylesine göz kamaştırıcı[ymış] ki, bu güzelliği tanımlamada, hatta yeterince övmede insan dili düpedüz yetersiz kalı[rmış.]”[8]

Gel zaman git zaman, şehir halkı, kıza sanki Baltazzi Köşkü’nde yunusun üzerinde uzaktaki sevgilisine bakınıp duran “…tanrıça Venüs’müş [Afrodit’miş][9] gibi huşu içinde tapınıp saygısını sun[maya]” başlar. “Çok geçmeden yakındaki kentler ve komşu yöreler şöyle bir dedikoduyla çalkalan[ır] …tanrıça [Afrodit ya] artık tanrısal lütfunu dağıtıp insan topluluklarının arasına karıştı ya da… yeryüzü̈… ikinci bir [Afrodit’i] meydana getirdi… Bu inanç günden güne büyüdükçe büyü[r]. Kızın ünü yayıldıkça yayıl[ır]… Çoğu insan uzun yollar kate[der]… ve yaşadıkları çağın bu ünlü harikasını görmek için ülkeye akın e[derler]. Artık kimse tanrıça Venüs’ü görmek için Paphos, Cnidus, hatta Cythera'nın yolunu tutmaz… Tanrıça adına yapılan törenler yapılmaz… tapınaklar harabeye dön[er]… bayramlar kutlanmaz… İnsanlar o genç kıza tapın[maya]” [10] başlar. Eh, gerçek Venüs de bunu duyunca kudurur; Psyche’ye buğuz eder.

Boş durmaz elbet Banu Alkan. Hemen oğlunu, Baltazzi Köşkü’nde flüt çalan oğlunu “…şu kanatlı, şu sağgörüsüz… Yol yordam bilmeyen, davranışlarıyla toplumun görgü kurallarını hiçe sayıp bir elinde meşalesi, bir elinde oklarıyla o ev senin bu ev benim koşuşturup dur[an] geceleri; insanların evliliklerinin altını kazı[yan]”[11] arsız, uğursuz oğlunu, Cupid’i (Eros) yanına çağırır ve “Yalvarırım sana, annenle arandaki sevgi bağı için… annenin öcünü tam olarak almasına yardım et ve bu kızın haddini bilmez güzelliğine hak ettiği cezayı ver!” der.

Bu arada, güzelliği dillere destan, mahallenin oğlanlarının Afrodit gibi taptığı Psyche’nin babası yaşlı kral da kızını baş göz edip kurtulma derdindedir. Kalkar kâhine gider. Heyhât, bilge kâhin de ona “'Yüksek bir dağın uçurumuna çıkar kızını, ey kral, korkunç düğünü için süsle de. Hiç ümitlenme ölümlü soydan bir damadın olacak diye. Çünkü kızın gaddar, vahşi, yılana benzer bir yaratıkla evlenecek”[12] der. Kral da kraliçe de derde dûçar, perme perişan olurlar; “Herkes, kraliyet sarayını yerle bir eden bu felaket yüzünden derin bir acı hisse[der], hemen o gün genel yas ilan edil[ir.]”[13]

Psyche, kaderine razı olur; evlenmeyi kabul eder. Düğün günü, önce uyur, sonra yıkanır. Akşam yemeği için hazırlanan yiyeceklerin düzenlendiği masaya sevinçle uzanır. “Bu eğlenceler sona erdiğinde, karanlığın bastırmasıyla birlikte, Psyche yatağına çekil[ir.] Gece bir hayli ilerlemişti[r] ki, tatlı bir ses çarp[ar] kulağına. Yapayalnız olduğu halde kızlığını yitireceğinden kork[ar]… bu hiç bilmediği varlıktan ödü kop[ar]… İşte artık hiç tanımadığı kocası gelmiş ve yatağa çıkmıştı ve Psyche'yi eşi yapmıştı[r.]”[14]

Evlense de Psyche’nin göz yaşları dinmez. Birgün, kocası her zamankinden daha erken gelir yatağa, o gece ve hâlâ ağlamakta olan Psyche'yi kollarına alarak azarlar: “Ah Psyche'm, ne söz vermiştin bana?... Bütün gün kendine eziyet edip durdun, hatta şu an kollarımda sevişirken bile bundan vazgeçmiyorsun… Gün gelir pişman olursan benim bu ciddi uyarımı hatırlarsın o zaman!”[15]

Psyche kocasına yalvarır “kendisini öldürmekle tehdit e[der] ve kocasını isteklerini yaptırmaya zorla[r.] Kız kardeşlerini görmek, onlarla konuşup kederlerini dindirebilmek için onu iknâ e[der]… baştan çıkarıcı öpücüklere boğ[ar] kocasını, yürek okşayan sözler fısılda[r] ve büyüleyici kollarıyla onu sarıp aşk sözcüklerini de ekle[r] okşayışlarına: 'Baldan tatlım, biricik kocam, canımın canı.' Kocası, çaresiz, bu kışkırtıcı fısıldamaların gücüne ve baskısına boyun eğmek durumunda kal[ır] ve ne isterse yapacağına söz ver[ir.]”[16]

Bir zaman sonra Psyche hamile kalır. Müjdeli haberi kız kardeşlerine uçurur. Hepsi müstakbel bebeğin tanrıça Afrodit’in oğlu tanrı Eros kadar yakışıklı olması için dua eder. Kız kardeşler de merak içindedir enişte beyin boyu posu, endamı nasıldır diye. Oysa Psyche kocasını hiç görmemiştir ki kardeşlerine tarif etsin; bir keresinde “…kocasının daha yeni biten incecik sakallarıyla genç bir adam olduğunu söylemişti[r.]” Sonra da unutup ilk dediğini “…orta yaşlarda kır saçlı, derli toplu bir adam” diye tarif “etmiştir.” Bacılarını bir meraktır, bir hasettir alır ki düşman başına. Afat gıybet ederler Psiko’nun (Psyche) ardından. Biri “Anlaşılan kardeşim, ya bu edepsiz kız bize bir sürü yalan uyduruyor ya da kocasının neye benzediğini kendisi de bilmiyor. Gerçek ne olursa olsun, mümkün olduğu kadar çabuk onu o servetinden etmeliyiz. Gerçekten kocasının yüzünü hiç görmemişse, o zaman sâhiden bir tanrıyla baş göz edilmiş ve… rahminde bir tanrı taşıyor demektir… tanrı saklasın, eğer tanrısal bir çocuğun anası olarak anılacaksa bu kız, hemen boynuma bir halat bağlar kendimi asarım.” Bir diğeri de Psyche’nin kulağını çeker, öğütler verir. Apollo’nun Kâhin’inin söylediklerini anımsatır ona; “…rahmin ağzına kadar dolup hamilelik süresini tamamladığında, bu kez zengin bir lokma haline gelen seni bir hamlede yutacakmış. Bütün bunları düşünüp artık bir karar vermelisin, üzerine titredikleri yaşamın için endişe içinde olan biz kardeşlerine kulak verip ölümden kaçıp tehlikeden uzakta, bizimle yaşayacak mısın, yoksa seni sindirinceye değin bu dünyanın en vahşi sürüngeninin bağırsaklarına mı gömüleceksin? Ama sâhiden sadece seslerin yaşadığı bu kırsal yörenin yalnızlığını tercih ediyorsan, bu yasak aşkın kokuşmuş, tehlikelerle dolu sevişmelerinden ve zehirli bir yılanın sarılışlarından keyif alıyorsan, o zaman sana sadık olan biz kardeşlerin en azından kendimize düşen görevi yerine getirmiş olacağız.” [17]

Zavallı Psyche’nin, aklı başından gider, korku içinde tüm gerçekleri anlatır kız kardeşlerine ve “…gerçekten de kocamın yüzünü hiç görmedim… Sadece geceleyin söylediği sözleri işitiyorum… Onun vahşi bir hayvan olduğuna ilişkin yargınız doğru, kesinlikle size katılıyorum. Sürekli olarak ve ısrarla neye benzediğini görmemem konusunda beni uyarıyor ve görünüşünü merak ettiğim takdirde büyük bir felaketin olacağına dair beni tehdit ediyor.”[18] der.

Artık kapılar ardına kadar açılmıştır; Kardeşleri, Psyche’nin ruhunu savunmasız bırakınca, üstünü örttükleri savaş silahlarıyla dolu inlerinden çıkarlar, dalavere kılıçlarını çekip saf Psyche’nin ürkek düşüncelerine doludizgin saldırırlar. Psyche’yi kocasını önce görmeye sonra da öldürmeye iknâ ederler.

Kandilin Yağı, Eros’un Persona’sı ve Gölgesi

Günlerden bir gün Psyche, bir elinde kandil, öte elinde cinayeti işleyeceği usturası ile kocasının yakınına gizli gizli sokulur. Henüz daha Carl Gustav Jung’ın Analitik Psikoloji’sini[19] yazmasına binlerce yıl vardır belki ama gelin görün ki, Psişe’nin (Psyche) elindeki kandille Eros’un Gölge’sini, onun karanlık, ilkel ve vahşi yanını aydınlatmasına, usturasıyla da Eros’un Persona’sını âleme teşhir ettiği sahte yüzünü, maskesini hacamat etmesine ramak kalmıştır. İşte tam da o anda “…kocasını[n] altın rengi, ambrosiayla yıkanmış muhteşem saçlarını; çok şık bir şekilde bağlanmış lülelerinin sütbeyazı boynunda, gül pembesi yanaklarında dalgalandığını, kiminin alnından, kiminin de arkadan döküldüğünü… onlardan yayılan olağanüstü parlak ışıkla kandilin ışığının bile titreştirdiğini” görünce onun tanrı Eros’un ta kendisi olduğunu anlar”[20] Gördüğü bu güzellik karşısında afallayan Psyche’nin elindeki kandilden sıçrayan bir damla yağ Eros’un sağ omzunu yakar, lâkin Eros atik davranır. Psyche’nin kendisini görmek ve öldürmek istediğini anlar, kızcağızın foyası meydana çıkar.

Nasıl Psyche kocasına verdiği sözü unutup onu görmeye ve öldürmeye çalıştı ama onun güzelliği karşısında da nutku tutulduysa, Eros da annesi Afrodit’e verdiği sözü unutur ama o da Psyche’nin güzelliği karşısında bîçâre kalır: Çâr nâçar, “Ah, benim zavallı saf Psyche'm” der Eros, “…ben annem [Afrodit’in] öğütlerini kulak arkası ettim. Senin ciğeri beş para etmez bir adama tutulup kalmanı istemişti benden, onur kırıcı bir evlilik yapmanı. Ama bunun yerine âşığın olarak ben sana uçup gelmiştim. Şimdi çok düşüncesizce davrandığımı anlıyorum. O ünlü okçu, yani ben, kendi oklarımla kendimi vurdum ve seni karım yaptım; buna karşın sen beni vahşi bir hayvan olarak gördün ve usturayla kafamı kesmeye kalktın; senin üzerine titreyen şu gözleri taşıyan kafamı. Bu başımıza gelen duruma karşı tetikte olman için seninle defalarca konuştum, kendi iyiliğin için defalarca uyarıda bulundum.”[21]

Psyche’yi yoldan çıkaranlardan intikam almaya yemin eder Eros, sevgilisine de kırgındır. Onu da cezalandırmak ister ama -heyhat- aşk işte! Sonunda “… benim sana vereceğim tek ceza, senden kendimi yoksun bırakmak olacak.” der ve gökyüzüne havalanır. Yaptığından bin pişman olan ve kocasının Eros’un ta kendisi olduğunun ayırdına varan Psyche kendini ırmağa atar. Şükür, iyiliksever nehir… Psyche'ye hiç zarar verm[ez.]”

Psyche kardeşlerine gider ve olan biteni onlara anlatır: “Tanrıça Venüs’ün oğlunu, Cupido'nun [Eros] kendisini gördüm diyorum; oracıkta yatmış, sakin sakin uyuyordu. Bu kadar güzel bir görüntü karşısında heyecana kapıldım; o kadar büyük bir zevk aldım ki zihnim allak bullak oldu… Tam o sırada… kandilim kızgın yağdan bir damlayı onun sağ omzuna sıçratmaz mı? Acıyla uyandı uykusundan hemen ve… 'Demek beni öldürecektin, öyle mi! O halde hemen yatağımdan çık ve neyin var neyin yoksa al götür. Öyleyse ben de senin kız kardeşinle kutlu bir evlilik gerçekleştireyim de gör!' dedi”[22] der. Tuhaf ki, Psyche’nin haset ablaları dünden razıdır Eros’un yeni karısı olmaya, Psyche konuşmasını henüz bitirmemiştir ki içlerinden biri, “…çılgın şehvetinin ve yıkıcı kıskançlığının itelemeleriyle galeyana gelip kocasını kandırmak için derhal bir yalan uydur[ur]. Ana babasının ölüm haberini işitmiş gibi davranıp hemen bir gemiye atla[r] ve doğruca kayalıklara gi[der]… gözü karardığından hiç olmayacak bir umuda kapılıp çığlık çığlığa bağır[ır]: 'Beni Cupido'ya götür, ona layık bir eş olarak; sen, Batı rüzgâr[ı], al hanımını!'”[23] Ve peşi sıra bırakır kendini uçurumdan, oracıkta ölür. Eros’a eş olma arzusuyla yanıp tutuşan öteki ablanın âkıbeti de berikinden farklı olmaz; Eros’a alacak bir intikam bile bırakmaz âşüfteler. Bu arada Cupido'yu -Eros’u- bulmayı kafasına koyan Psyche, o memleket senin, bu memleket benim dolanıp dururken, Cupido, kandilin açtığı yaranın acısını çekerek annesinin yatak odasında yatıyor ve inim inim inliyordur.

Aşk’ın İdeolojik Disiplini: Ayrılık, Cezalandırma

Olay büyür de büyür, milletin ağzı torba değil ki büzesin. Etrafta dolanan dedikoduya göre güya Afrodit’in oğlu Eros dağlara zamparalığa çıkmış da kendisi de denize tembel tembel yüzmeye gitmiş de bu yüzden de artık dünyada ne zevk ne zarafet ne de cazibe kalmış da bu yüzden herkes hödükleşmiş ve hoyratlaşmış da bu yüzden artık evlilik törenleri yapılmıyormuş hiçbir yerde, dostça ilişkiler, sohbetler kurulmuyormuş da evlat sevgisi bile yok olmuş da…. Gıybetin bini bir para.

Bu arada, kızıp köpüren, kan beynine sıçrayan, öfkeden deliye dönen patriyarkal kaynana -Afrodit- “Ne, yani benim o erdemli oğlumun bir sevgilisi var, öyle mi?” diye bas bas bağırır kendisine haber getiren dağkırlangıcına;” … adını söyle onun bana… Saf ve masum oğlumu ayartan o kızın adını ver bana!”[24] diye yeri göğü inletir. Dedikoducu dağkırlangıcı gelinin adının, Afrodit’e benzetilen, halkın “Afrodit’in yeryüzünde tecessüm etmiş hâli” diyerek güzelliğini öve öve bitiremediği Psyche olduğunu da fısıldar ceberut kayınvalidenin kulağına. Bunu duyan Afrodit’in sinirleri şirâzesinden boşalır: Benim güzelliğimin rakibi olan o Psyche'ye mi, şu benim adımın taklitçisi Psyche'ye mi tutulmuş yani benim oğlum?.. [oğlum] benim bir aracı kadın olduğumu mu düşündü ne?” diye Eros’a da veryansın eder, demediğini bırakmaz: “Ne onurlu bir davranış! Atalarına ve senin erdemli karakterine nasıl da uygun! İlkin annenin -efendinin- buyruklarını hiçe saydın ve aşağılık bir aşka düşürüp düşmanım olan bir kıza işkence çektirmeyi başaramadın. Sonra daha henüz çocuk yaştayken, bütün havailiğinle ve hamlığınla kalkıp o kızı kollarına alıp aşk yaşadın; sandın ki ben düşmanım olan o kıza bir kayınvalide olarak hoşgörü gösterebilirim. Sen sanıyorsun ki tek soylu oğlumsun benim ve yaşım artık geçtiği için bir daha doğuramam, seni beş para etmez, namus düşmanı, sevimsiz! Şunu aklına koy, senden çok daha iyi bir oğul doğurabilirim. Kendini daha aşağılık hissetmen için, genç kölelerimden birini nüfusuma geçi[rebilirim]… neyin varsa hepsini ona bağışlayacağım. Bu alet edevatın hiçbiri sana babanın mallarından kalmadı!.. seni hain evlat!”[25]

Zavallı Eros! Rabbim kimseyi karısı ile anası arasında koymasın, biliyoruz da konuşuyoruz. Lâfı dağıtmadan hikâyemize, daha doğrusu eşkıyaların kaçırdığı genç kızı sakinleştirmek için ona hikâyeler anlatan acûzenin sözlerini dikkatle dinleyen eşek Lucius’un bize aktardığı hikâyeye dönelim: Oğlu Eros’un kendisine benzetilen gelini Psyche’ye âşık olduğunu öğrenince çılgına dönen, oğluna da buğuz eyleyen kaynana Afrodit, pek hazzetmese de baş düşmanı Aklı Başındalık'tan yardım istemeye karar verir. Haklı da Allahuâlem, doğruya doğru, “…o bön, o pis kadınla konuşmak düşüncesi bile kanı[nı] dondur[sa]”[26] da bir aşkın, bir şehvetin üstesinden gelse gelse Aklı Başındalık kadın gelebilir; başka da kimse gelemez.

Bu arada Psyche de dağ bayır kocasını, Eros’unu aramaktadır. Yolu bir buğday tarlasına düşer. Tanrıca Ceres görür Psyche’yi ve hemen yetiştirir Afrodit’in hain planını. “Ah, sen zavallı Psyche! Venüs [Afrodit] telaşla tüm dünyada senin izini sürüyor. Ruhu öfke içinde. Sana en şiddetli cezayı biçti, tanrısallığının bütün kaynaklarını öcünü almak için kullanmakta. Ama sen buradasın… kendi canını kurtarmak dışında başka bir şeyi nasıl düşünebiliyorsun?'” diye de çıkışır kızcağıza

Oysa tanrıca Ceres de Psiko’nun (Psyche) hâl-i pürmelâlinden pek bir gamzede olmuştur ama Afrodit’in şirretliğinden de tırsmaz değildir: “…sana yardım etmeyi çok isterim, ama akrabamı da gücendirmeyi göze alamam… Bu yüzden bir an önce bu tapınaktan git”[27] der. Bîçâre Psyche susar: Samos’ta oturan tanrılara dua etmekten başka bir çözüm yolu da bulamaz. Duaları Evlilik ve Kadın Tanrıçası Iuno’ya kadar ulaşır ama o da yardım edemez Psyche’ye: “İnan bana, senin dualarını kabul etmeyi ne kadar isterim! Ama her zaman kendi kızım gibi sevdiğim, evlatlığımın [Afrodit’in] isteklerine karşı gelmekten utancım beni alıkor.” der.

Bu arada Afrodit eşeği sağlam kazığa bağlar. Mevzuyu en tepeden halletmek için ta evlendiği gün kocasının hediye ettiği Vulcanus’a yaptırdığı kraliyet arabasına biner ve tanrı Juppiter’in gökyüzündeki Kraliyet Sarayı’na gider. Aşkın ideolojik disiplininden sorumlu olmak kolay olmasa gerek! Tanrı Juppiter gök mavisi kaşlarını çatar ve Afrodit’e “…şu kaçak köle kızı bulmada ne kadar zamandır başarısız olduğumun da kesinlikle farkındasın. Senin halka bir duyuruda bulunarak bu kızı bulana bir ödül verileceğini söylemenden başka çarem kalmadı. O zaman bu buyruğumu hemen yerine getir ve o kızın eşkâlini belirleyecek bütün özelliklerini tam olarak bildir ki eğer bir kimse onu yasadışı şekilde saklamaya kalkışmaktan hüküm giyerse, kızı tanımadığı için sakladığı yalanına sığınmasın.” Afrodit Psiko’nun tüm bilgilerini haberci tanrı Mercurius’un eline tutuşturur. Acilen bir göksek KHK yayınlanır ve “… kralın kaçak kızını, [Afrodit’in] kölesi olan Psyche adlı kızı ele geçir[en] ya da saklandığı yeri öğren[enlerin], Murcia'nın dönüş noktasının arkasında haberci Mercurius'la buluşmaya git[mesi]” emredilir. “Bu habere karşılık ödül olarak [Afrodit’ Psyche’nin yerini bildiren(ler)e] yedi tatlı öpücük ve tatlı tatlı okşayan dilinin dokunuşuyla iyice ballanan özel bir öpüş” vereceği de muştulanır.

Dişil Kudretin İronisi

Ödül büyük olunca Psyche’nin yakayı ele vermesi de gecikmez, alelacele kayınvalidesi Afrodit’in huzuruna çıkarılır gelin hanım. Yaka paça huzuruna çıkarılan kızın başını hızla sarsan Afrodit, sağ kulağını da cırmalar ve “Demek en sonunda kayınvalidene saygılarını sunmak için tenezzül buyurdun” diye bağırır. “…bilmem, belki açtığın yaradan yatak döşek yatan kocanı ziyarete gelmişsindir. Ama sakın kaygılanma! Seni iyi bir kayınvalideden beklendiği şekilde karşılayacağım!” diyerek sırıtır; ardından da hizmetkârları Sollicitudo (Kasvet) ve Tristities’i (Hüzün) çağırarak işkence etmeleri için iki canlı Psyche’yi onlara teslim eder.

Afrodit, Psyche'yi bir güzel azarlayıp üstüne çullanır, elbiselerini parça parça yırtıp saçlarını yolar, kafasını yumruklar. Sonra da ona ceza/görevler verir. Psyche ilk görevini karıncaların, ikinci görevini nehirdeki yeşil sazın, üçüncü görevini Öngörü’nün, son görevini de Sağgörü’nün desteği ile bihakkın yerine getirir ama Afrodit’in gözü hiçbirini görmez.

Gel zaman git zaman Eros’un yarası da iyileşmeye başlar. Psyche'sinin yokluğuna daha fazla dayanamayıp hapis tutulduğu odadan kaçar. Soluğu Psyche'sinin yanında alır. Anasının zulmünden karısını ve kendini kurtarabilmek için o da Juppiter’i ziyaret etmeye karar verir. Soluğu göksel Saray’da alır. Juppiter onu pek bir sıcak karşılar. Eros’un yanağından bir çimdik alır ve elini tutup kendi dudaklarına götürür ve “Benim soylu oğlum… istediğin her şeyi yapacağım. Ama tek bir şartla… şu anda yeryüzünde sıra dışı güzellikte bir kız varsa... ödül olarak o kızı bana vereceksin.”[28] der. Mercurius'dan bütün tanrıları acilen toplantıya çağırmasını, toplantıya gelmeyecek olanlardan on bin sesters para cezası almasını emreder.

Toplantıda, tanrılara hitaben konuşmasında Juppiter “…bu genç oğlanı ben kendi ellerimle büyüttüm… Kendisi bir kızı seçti ve kızlığına sâhip oldu, bu yüzden o kızı alsın ve sâhip çıksın, Psyche'yi kollarına alıp bütün tutkusunu sonsuza değin onda yaşasın!” der. Sonra da Afrodit’e dönerek “'Kızım, artık bu kadar kin barındırma ve bir ölümlüyle yapılan evliliğin, senin yüce soyunu ve ayrıcalığını bozacağından korkma. Artık bu evliliğin farklı düzeylerdeki kişiler arasında olmadığını, meşru ve medeni hukuka uygun bir evlilik olduğunu göstereceğim”[29] der.

Sonra, hiç oyalanmadan, Mercurius aracılığıyla, Psyche'nin yakalanıp göğe getirilmesini buyurur. Getirilince de kıza bir kap ambrosia uzatıp “İç bunu Psyche ve ölümsüz ol! Artık asla [Eros] senin kollarından ayrılmayacak ve sizin evliliğiniz sonsuza değin sürecek.” der.

Platon da Şölen’inde Eros’un gıybetini yapar. Ona göre “Eros, ölümlü insanın duyumsal dünyanın sınırlarını aşıp manevî/ruhsal/zihinsel dünyaya, ölümsüzlüğe çıkma ve bu dürtüyü başkalarının içinde de uyanık tutma itkisidir. Güzel bir bedene duyulan haz, Eros'un en alt düzeydeki tezahürüdür. Güzel ile kurulan bütün ilişkiler bizi Eros'a yaklaştırır. En başta da felsefenin hazırlığı olarak gördüğü müzik ve duyusal olandan (geçici nesnelerden) yüzümüzü çevirip salt biçimlere (kavramlara) bakmamızı öğreten matematik Eros'a giden yolun kilometre taşlarıdırlar. Bu arada yeri gelmişken, dillere pelesenk olmuş platonik aşk (Platoncu aşk) kavramının düşünüre oldukça haksızlık edilecek bir biçimde kullanıldığına da dikkati çekmekte yarar var. Platonik aşk salt manevî, duygusal, düşüncelerde yaşanan, tensel, bedensel olan ile ilgilenmeyen aşk olarak anlaşılır. Oysa Platon, "Ruhtan çok, bedeni seven o kaba âşık kötüdür," der sadece. Yoksa bedenin aşk ilişkisinin dışında bırakılmasını düşünmez. Platon’un bunu, karşı cinsler arasındaki değil de o zamanlar da çok yaygın olan -ve hatta olağan karşılanan- ve Platon'un da hiç çekinmeden tartışabildiği homoseksüel ilişki bağlamında söylediğini de düşünebiliriz.”[30]

***

Unutmadan, dört dörtlük bir düğün tertip edilir Eros ve Psiko için. Şarap su olur akar. Satyr flüt çalar, Paniscus kaval. Vakti zamanı gelince Eros ve Psiko, bebekleri Voluptatem’i (Haz) kucağına alır. Haz, aşkın meyvesi olur. Onlar erer muratlarına, biz çıkalım kerevetine ve dönelim Baltazzi Köşkü’ne, daha doğrusu Köşk’ün sâhibi Démosthènes Baltazzi’ye kardeşi Théodore’a ve ailesine.

Baltazzi Köşkü, Démosthènes, Prens Rudolf, Barones Maria ve Aşkın “Sadâkat” Hâli

Köşk’ün ilk sâhibi, hâmîsi ve bânisi; Venedik asıllı, zengin, Levanten ve entelektüel bir beyaz Osmanlı, Démosthènes Baltazzi. Aile, ta 1700’lerde İzmir’e gelmiş, yerleşmiş. Baltazzi’lerin günümüzdeki son kuşak temsilcilerinden Alex Baltazzi, aileye ait arşivindeki en eski tarihli pasaportun 9 Eylül 1745 tarihli olup, Venedik’ten İzmir’e göç eden Mario Baltazzi’ye ait olduğunu belirtiyor. XVIII. yüzyıl başlarında İzmir’e göç ederek yerleşen Baltazzi’ler Venedikliydiler. Fakat Venedik Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hudutlarında kalınca Avusturyalı sayılmaya başlandılar.[31] İlk olarak, bir emlâk zengini Baltazzi ailesi: Teşbihte kusur aranmazmış; Ankara’da Turgut Altınok neyse İzmir’de de Démosthènes Efendi o. Herkesle komşu: Ayvalık, Foça, Aliağa, Menemen, Bergama, Turgutlu, Söke, Akhisar, Tire, Bornova, Buca, Aydın, Edremit, Yalova ve hatta Mısır’da geniş arazileri var.[32] Bugünkü Aliağa’nın hemen hemen tamamı Baltazzi Çiftliği arazisi. İkincisi, bir finans-kapital Baltazzi ailesi. Démosthènes Efendi, kardeşi Théodore ile birlikte Devlet-i Âliyye’deki ilk bankanın -Banque de Constantinople- Bank-ı Dersaadet’in (1847-1852) kurucularından. Jacques Alléon da bankanın hissedarlarından. Elbette Bâb-ı Âlî ve Saray da arka çıkmış bu Galata Bankerleri’ne. 1852’de Şirket-i Hayriye’nin kuruluşunda da önemli görevler üstlenirler. Maliye Nezaretine bağlı bir Esham Sandığı teşkil edilince sandığın idare meclisinde önde gelen bankerlerle birlikte Théodore Baltazzi de yer alır.[33] Galata Köprüsü’nün inşa edilmesi, demiryolu ve tramvayın İstanbul’a gelmesi yatırımlarında da Baltazzi’lerin katkısı var. Türk tütün şirketi Reji’de de onların imzaları var. Boğaz’da çalışan ilk yolcu vapurunu İngiltere’den ithal ederek sefere başlatanlar da Baltazzi’ler.[34] Üçüncüsü, entelektüel insanlar Baltazziler. Démosthènes Baltazzi, aynı zamanda bir bilim insanı, bir arkeolog. Osmanlı Dönemi’nde Müze-i Hümâyun adına Anadolu’da yürütülen arkeolojik çalışmalarda Osman Hamdi Bey, Halil Edhem Bey, Theodoros Makridi gibi isimler öne çıkan ve herkes tarafından tanınan kişiler arasında olsalar da bu isimler kadar öne çıkmayan bir isim daha vardır. Bu kişi, Müze-i Hümâyun adına, özellikle 1880- 1895 yılları arasında Anadolu’da yapılan birçok arkeolojik çalışmaya imza atmış, önemli keşiflerde bulunmuş, Müze-i Hümâyun’a birçok eser kazandırmış bir arkeoloji âşığı olan Démosthènes Baltazzi’den başkası değildir.[35] “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar.”mış; Baltazzi sülâlesinin dünyalıklarına ilişkin yukarıdaki listenin her açıdan eksik olduğunu peşin peş not edelim.

Théodore Efendi (1789-1860) Démosthènes Baltazzi’nin kardeşi. Her ikisi de Evangelos Baltazzi ile Viero İoannes Mavragordato çiftinin mahdumları. Evangelos’un babası da yukarıda bahsettiğim Mario Baltazzi, şu İstanbul’a ilk gelen Venedikli beyefendi. İlk eşi Despina Hanım’dan ayrıldıktan sonra Théodore Baltazzi, Elizabeth Charles Sareli ile evlenir. Eleni Hélène Baltazzi de bu çiftin çocuklarıdır; o da ileride Albin Freiherr von Vetsera ile evlenecektir. Mayerling Faciası’nın, trajedisinin talihsiz âşıklarından Barones Marie Alexandrine von Vetsera da (Maria) bu çiftin kızlarıdır; yine döndük mü Baltazzi Köşkü’ne! Trajik bir aşk hikâyesidir, anlatayım.

Maria 1888 yılında, babasının ölümünün ardından Kahire'den döndükten sonra Veliaht Prens Rudolf'a (1858-1889) âşık olur. Maria 17 yaşında, Prens ise Maria’den 13 yaş büyüktür ve 1881 yılında -Kraliyet görenekleri mûcibince- Belçika kralının kızı Prenses Stephanie ile evlendirilmiştir ama gönül ferman dinlemiyor işte.

Prens Rudolf, avcılığa merakı sayesinde Viyana’nın yaklaşık 40 km. kuzeybatısında bulunan Mayerling bölgesindeki St. Laurance Mâlikânesi’nin tamamını satın alarak burayı av köşkü haline getirir. Bu av köşkü prensin aynı zamanda Barones Maria Vetsera ile yaşadığı bir aşk evine dönüşür.
Bu aşk-ı memnû imparatorluk ailesince de bilinir bilinmesine ama boşanmak için Papa’dan icazet isteyen Katolik Prens Rudolf’a yeşil ışık yakılmaz.

Prens Rudolf ile Maria Vetsera’nın yaşadıkları yasak aşk, kısa sürede tüm Avrupa’da yayılır. Doğal olarak bu da zaten ilişkiden rahatsız olan muhafazakâr imparatorluk ailesini iyiden iyiye huzursuz eder. Bu nedenle ailesi Barones Maria Vetsera’yı İzmir’deki akrabalarının yanına gönderirler. Ama bu sürgünden ne Maria Vetsera ne de Prens Rudolf mutludur.

Aşk, sürgün mürgün dinlemez. Maria Vetsera, İzmir’de Baltacı Köşkü’nde geçirdiği birkaç ayın ardından ısrarlara rağmen yeniden Viyana’ya döner. Maria ve Rudolf çiftinin aşkları kaldığı yerden devam eder. Günlerden 30 Ocak 1889’dur. Prens Rudolf ve Maria Vetsera geceleyin Mayerling Köşkü’nde halvet olmuşlardır. Prens Rudolf’un uşağı Loscheck geç olup da Prens uyanmayınca odanın kapısını çalar. Kapı açılmaz, içeriden ses de gelmez. Sonunda muhafızlara haber verilir. Kapı balta ile parçalanarak kırılır. Uşak Loscheck içeriye girer. Fakat uşağın içeri girmesiyle çıkması bir olur. Yüzü dehşetten bembeyaz olmuştur. Vetsera'nın soğuk bedeni boylu boyunca yatağın üzerindedir, müteveffâ Prens ise sevgilisinin yanına uzanmış (kimi rivayetlere göre ise bir sandalyede oturur) hâldedir.

Rudolf'un cesedi, öğleden sonraya kadar bir doktor tarafından muayene edilmez ve Veliaht Prens'in zehirden değil şakağına aldığı kurşun yarasından öldüğüne dair tespit ancak ertesi sabah Franz Josef'e ulaşır. Gazetelerin dedikodu sütunlarının çalkalanması ve işin içinde bir metres olduğu söylentisinin yayılmasıyla birlikte imparatorluğun halkla ilişkiler orduları yeni bir duyuru daha yayınlarlar: Rudolf önce Mary'yi sonra da kendisini bir intihar anlaşmasıyla öldürmüştür. Polis soruşturmanın üzerini örter.[36]

Rudolf’la Maria’nın intiharlarını trajedik yapan şey, bence, aşkları için ölümü göze almaları değil. Rudolf’un kendi canına kıyarken Maria’nın de gözünü kırpmadan bunu yapacağına dair duyduğu güvendir; Tabii aynı şey Maria için de geçerli. Düşünün lütfen, karşılıklı olarak intihar ediyorsunuz; ya uğruna canınızı fedâ etmeye hazır olduğunuz sevgiliniz bunu yapmazsa? Üstelik bunu hiçbir zaman bilemeyeceksiniz. Çünkü karşınızdakinin sizin için kendini öldürmekten son anda vazgeçtiğini bilebilmeniz için sizin de kendi canınıza kıymaktan son anda vazgeçmiş olmanız gerekirdi. Hadi, Mayerling Trajedisi’ne dair anlatılan hikâyelerden bir diğerini ele alalım: Rudolf’un önce Maria’yı öldürdüğünü sonra da intihar ettiğini varsayalım. Maria’nın yerinde olsanız ne düşünürdünüz? “Ya beni vurduktan sonra intihar etmezse?” diye aklınızdan geçer miydi? Yalan söylemiyim, benim aklımdan kesinlikle geçerdi. Aşk biraz da böylesi, körlemesine bir sadâkati, güveni de gerektiriyor mu? Belki de? İnanın, ben de bilmiyorum.

Âşık ve mâşukun, Rudolf ve Maria’nın, aşkları için canlarına kıydıklarını kendileri hariç bütün dünya biliyor. Ne yazık, bir tek onlar bilmiyorlar. Çünkü bilmek isteselerdi önce kendilerinin bundan vazgeçmiş olması, aşklarına ihânet etmeleri gerekecekti. Zebercet de önce Zeynep’i öldürecek sonra intihar edecektir. Rudolf ve Maria da öyle yapmışlardı Ama Mayerling’i bir trajedi, Anayurt’u bir cinayet/intihar olarak anmamıza sebep olan da her ikisi arasındaki bu farktı: Sadâkat ve güven.

Sadâkat denilince hep tekeşlilik akla gelir. Sadâkatsizlik ise cinsel aldatmanın, ihânetin kibarcası. Oysa sadâkat, sıdk, dostluk doğruluk anlamında. Sözlükler onu “Kendisine iyilik edene, lütufta bulunup koruyana minnet ve şükran duyguları ile bağlanma, bu bağlılığa yakışır şekilde davranma, hâinlik ve döneklik etmeme, vefâkârlık gösterme” olarak tanımlıyor. İşte tam da bu anlamıyla bakıldığında aşk, sadâkate, belki de -hatta- ölüme giderken bile “Acaba?” demeyecek kadar yüksek bir bağlılığa, Rudolf ve Maria arasındakine benzer bir vefakârlığa muhtaçtır diyebilir miyiz?

Aşk sadâkat gerektirir mi yoksa sıdk ile bağlanabilmenin kendisi aşk mıdır? Yoksa içi boş bir illüzyon, koskocaman bir fallacy midir aşk? Dedim ya, cevabı ben de bilmiyorum. Oysa Richard R, bir tokat atar yüzümüze, sadâkate nüfuz etmiş romantizmin derin sarhoşluğundan uyandırır bizi: “Aşk mı? Hoşunuza giden bir bedenin içine hayalimizdeki ruhu yerleştirir, adına da aşk deriz bu saçmalığın. Sonra gel zaman git zaman, o bedene alıştıkça, içindeki gerçek ruhu görmeye başlarız. Aşk denilen şeyin masal, âşık olduğumuz kişinin de sanal olduğunu anlarız, böylece o kutsal duygu yerini kin ve öfkeye bırakır. Çünkü hayalimizdeki insan değildir karşımızdaki, hiçbir zaman da olmamıştır. Öyle olmadığı için de acı çekeriz. Nefret ederiz ondan. Bir zamanlar içimizi okşayan bir sözünden, saçının buklesinden, gözündeki hareden de nefret eder hale geliriz. Başlangıçta yadırgadığımız, sonra ağaçlara kazıdığımız, sonundaysa tiksinerek andığımız alelade bir isimdir o. Aşkın toplamı budur: Acı ve yalan!”[37]

***

Zebercet de Zeynep’i boğduktan sonra asmıştı kendini Anayurt Oteli’nin tavanına. Ama aşk, tam da bu, Zebercet’i Prens Rudolf’dan Zeynep’i Mary’den Anayurt Oteli’ni de Mayerling Köşkü’nden farklı kılıyordu. Zeynep Zebercet’ten tiksinse de onun geceleri kendine musallat olmasına ses çıkartmıyor hatta umursamıyordu. Zebercet de “…saçları kumral, gözleri koyu mavi. Yüzü uzun, burnunun ucu kalkık, ağzı büyükçe, biraz dişlek, dudakları kalın. Orta boylu, balık etinde; bacakları az eğri. Otuz beş yaşlarında[ki]” bu ortalıkçı kadından tiksiniyordu ama yine de “Çoğu geceler bu odaya girer, kadının yanına uzanırdı. Çıkarırken uykusu bozulmasın diye donsuz yatar, bacaklarını da biraz aralardı kadın. Okşarken, üstündeyken bile uyanmazdı. Kimi zaman memesini ısırırdı; 'of köpek' ya da 'hoşt köpek' derdi uykusunda. Üstünden inince bir mendille silerdi kadının orasını”[38] o yüzden bir gece Zeynep’in odasına gittiğinde de “…onun da yardımıyla eteğini kıçının altından kurtar[ırken de]; gömleğini çıkar[ıp], karyola demirine koy[arken de]. Yüzüne bakm[adan], sol koluyla göğsünü örtmeye çalışı[rken de]… dizleri üstüne doğrul[up] Birden abanıp iki eliyle boynunu sık[arken de]” bir şey hissetmedi. Zeynep “…sıçrayıp gözlerini açarken o kapadı; dizi kasığına çarptı, can acısıyla sıktı. Başparmaklarının altındaki katılıkta bir kıpırdama oldu, bir hırıltı duydu. Kadın bileklerinden tutmuş asılıyordu, debelendi. Var gücüyle sıkıyordu; parmakları, yüzü kasılmıştı. Kulakları uğulduyordu. Derken bileklerindeki eller gevşedi, altındaki bedende kıpırtı durdu. Ellerini bırakıp yataktan aşağı kayarken baktı: gözleri, ağzı açıktı. Yere diz çöküp başını yatağa dayadı.” Ve Zeynep ölmüştü. Ne diyordu Mevlânâ: “Aşk, Tanrı sıfatıdır. Fakat korku, [ise] şehvete kapılmış kulun”[39] hem “Şehvet isteği, gönlü sağır ve kör yaptı mı eşeği bile Yusuf gibi nurdan meydana gelmiş bir ateş parçası [gibi] göster[mez]”[40] mi? Lucius, Photis’in verdiği yanlış merhemi sürünce eşeğe dönüşmüştü; Zebercet ise şehvetinin kurbanı olarak eşekleşti.

Zebercet kim olduğunu bile bilmediği gecikmeli Ankara treni ile otele gelen “Yirmi altı yaşlarında. Uzunca boylu, göğüslü. Saçları, gözleri kara; kirpikleri uzun, kaşları biraz alınmış. Burnu sivri, dudakları ince. Yüzü gergin, esmer.” kadına âşıktı -tabii buna “aşk” denebilirse. Zebercet için “Ankara treniyle gelen [bu] kadın” aslında otelden çıkarken odada unuttuğu “Karyola demirine atılmış, yarısı yorganın üstünde. Karaları ince, sarıları kırmızıları kalın çizgili” havludan ibaretti. Kadının unuttuğu havlu, Zebercet’in hastalıklı/nâmevcut aşkının mücessem hâliydi.

Bana sorarsanız, Zebercet ne Zeynep’e âşıktı ne de gecikmeli Ankara treniyle gelen kadına. Zeynep, sadece cinsel arzularının nesnesiydi. Ankara treniyle gelen kadın ise Zebercet’in âşık olma duygusuyla özdeşleştirdiği bir hayal kişisi. Birincisi cinsel açlığının libido-nesnesi, ikincisi ise gerçek bir aşka duyduğu açlığın hayal-nesnesi. Lacan ne güzel özetler Zebercet’in hâl-i pürmelâlini, ne güzel anlatır cinsel haz ile aşk arasındaki rabıta ve farkları. Freud ile didişirken Lacan şöyle der: “Bir gerçeğin mevcûdiyeti kesinlikle su götürmez. Öznenin bu gerçekle sadece haz ilkesinin, dürtü tarafından sıkıştırılmayan haz ilkesinin daracık sınırları içinde kurucu bir ilişkisinin olması, işte bu nokta aşk nesnesinin ortaya çıkış noktasıdır. Bütün mesele bu aşk nesnesinin arzu nesnesiyle nasıl benzeş bir rol oynadığıdır -aşk nesnesin arzu nesnesi haline gelme ihtimali hangi ikircimlere dayanır… [ki] Libido uçuşan, akışkan bir şey de değildir; öznenin kendisine sunduğu odak noktalarında manyetik enerji misali bölüştürülemez, biriktirilemez. Libido kelimenin iki anlamıyla da bir organ gibi düşünülmelidir hem organizmanın parçası olan organı hem de alet, araç-organ anlamında.”[41]

Umut, İnanç, Şans ve Aşkın “Emek” Hâli

Ella Rhoads Higginson (1862-1940), Dört-yapraklı Yonca (Four-leaf Clover ) şiiriyle tanınan Amerikalı şair yazar. Dört Yapraklı Yonca ve Ella Higginson isimleri o kadar birbirleriyle özdeşleşmişlerdir ki şair bugün de Washington, Bellingham'daki Bayview Mezarlığı'nda kendi tasarladığı dört yapraklı yonca figürleriyle süslenmiş granit bir mezarda istirahat etmektedir. Higginson’u mezarında ters döndürmeden Türkçe söylemeye çalışayım şiiri[42]

Güneşin altın gibi olduğu bir yer biliyorum

Ve kiraz çiçekleri karla patlar,

Ve aşağıda sevimli bir köşe

Dört yapraklı yoncaların yetiştiği yer.

 

Bir yaprak umut ve bir tane inanç için

Ve biri de aşk için, bilirsin,

Ve bir tane de şans için koydu Tanrı

Eğer bakınırsan, nerede yetişirler bulursun.

 

Ama umudun ve inancın olmalı,

Sevmelisin ve güçlü olmalısın -ve böyle böyle-

Çalışırsan, beklersen eğer, bulursun orayı,

Dört yapraklı yoncaların yetiştiği yeri.

 

Mâlûm, dört yapraklı yonca şansı temsil ediyor. Çünkü sadece her 5.076 üç yapraklı yoncadan biri dört yapraklı oluyormuş. Higginson’ın şiirine dikkat ederseniz şair dördüncü yaprağı -şans yaprağını- Tanrı’nın sonradan ilâve ettiğini özellikle vurgular: “Ve bir tane de şans için koydu Tanrı”. Tanrı dördüncü yaprağı koymasaydı geri kalan üç yaprağıyla yonca, olsa olsa iskambil oyunundaki bir sinek; Marx’ın işçi sınıfının, Kral Servius Tullius’ın Roma’nın çocuktan, yeni nesilden başka bir şey üretemeyen (producers of offspring)[43] en alt sınıfının üyelerini adlandırdığı şekliyle bir proles, bir proleter olabilirdi.

 O zaman Higginson’un metaforunu devam ettirelim: Şans, dördüncü yaprak yani, umut, inanç ve aşkı bir araya getiren, harman eden sihirli formül; Tanrı’nın aşka dokundurduğu ilâhî eli olabilir mi? “Aşka düşecek”seniz (fall in love) birilerinin sizi o çukurun kenarına getirmesi ve itelemesi gerekmez mi? Cemşit’i Asya’nın karşısına çıkaran da[44] Maradona’nın FIFA Dünya Kupası’nın (1986) çeyrek finalinde İngiltere’ye o tartışmalı golü atmasına fırsat veren de La mano de Dios (Tanrı’nın Eli) değil miydi? O yağmur yağmasa, İlyas kafayı çekip yollara düşmese, kaza yapmasa, Cemşit, İlyas’ı bulup eve getirmese… Tanrı dördüncü yaprağı da yonca çiçeğine eklemese, Tanrı’nın eli gole yardım etmese… Sâhi, Asya sevginin insan eli, insan emeği olduğunu keşfedebilecek miydi: “Sevgi neydi? Coşkun akan dere, sonbahar rüzgarıyla ürperen yapraklar, cama vurup dağılan yağmur damlaları, bir yürek çarpıntısı? Sonunda coşkun dere durulur, yapraklar kurur, dökülür, yağmur diner, güneş çıkardı. Sevgi neydi? Sevgi sâhip çıkan dost, sıcak insan eli, insan emeğiydi. Sevgi iyilikti, sevgi emekti.”

Bağımsızlık, Eşitlik, Özgürlük ve Aşkın “Devrimci Hâli”

Asya neden İlyas’ı değil de Cemşit’i seçmişti. Sadece, Samet Cemşit’e “baba” dediği için mi yoksa Cemşit güvenli bir liman olduğu için mi? Hiç sanmam, bence ikisi de değil. Hoş, Asya aşkın/sevginin değil bedensel hazzın, dürtünün peşinde koşsaydı Cemşit’i değil yakışıklı, dilbâz, kazanova İlyas’ı tercih etmez miydi gözü kapalı? Ne diyordu Lacan, “Dürtünün diyalektiği en derinde aşk seviyesinde olandan da öznenin iyiliğine dair olandan da farklı bir şeydir.”[45]

Asya Cemşit’i seçmişti. Çünkü Cemşit -Oruç Aruoba’nın dediği gibi, “Kendi olarak, [Asya’ya] gelen – [Asya’ya] gereksinimi olmadan, [onu] isteyen – [Asya’sız] de olabilecekken, [onun] ile olmayı seçen – [Cemşit] olmasını [Asya] ile olmaya bağlayan O”[46] kişiydi; yine Lacan’a müracaat edelim, kendindeki eksikliği bulduğu insandı.

Hacettepe’nin önemli sîmâsı Oruç Hoca, acaba bu şiiri yazarken Lacan’ı aklına getirmiş miydi? Biliyorum, Oruç Hoca denilince hiç kuşkusuz akla Wittgenstein ve onun magnum opus’u Tractatus Logico-Philosophicus gelir ama Hoca’nın Jacques Lacan’dan bîhaber olduğunu düşünmek bile abesle iştigal. Konuyu dağıtmayayım. Nitekim Lacan’a göre aşk, öznenin kendinde eksik olanı ötekinde bulma arzusudur. Bu nedenle aşk, aslında ayna evresindeki (mirror stage) ilk yabancılaşma ve eksiklik hissinin devamıdır. Kişi, âşık olduğunda, karşısındakini kendi idealinin bir yansıması olarak görür ve bu yolla kendi eksikliğini tamamlamaya çalışır. Ancak bu eksiklik aslında asla tam olarak kapanmaz. Çünkü öznenin aradığı bütünlük, baştan beri bir yanılsamadır.

 Öznenin ötekiyle kurduğu ilk ilişki olarak ayna evresi tam da buraya denk düşüyor. Lacan, bu ötekinin, başlangıçta bir imge olsa da zamanla toplumsal ve dilsel bir Büyük Öteki’ye (Grand Autre)[47] yani kökten ötekiliğe, imgesel ötekiliği aşan bir ötekiliğe evrildiğini belirtir. Aşk da bu öznenin bu Büyük Öteki ile olan ilişkisinde kendini tamamlama arzusunun bir yansıması olarak tezâhür eder.

Ayna evresi tam da buraya denk düşüyor. Lacan’a göre, nitekim, aşağı yukarı 6 ila 18 ay arasında yaşanan bu evrede çocuk, kendini aynada gördüğü imgeyle bütünleşmiş bir varlık olarak algılamaktaysa da çocuğun bu evrede algıladığı bu bütünlük bir illüzyondan ibarettir. Çünkü çocuk bu evrede henüz motor becerilerini tam olarak kontrol edebilecek düzeyde değildir. O nedenle de aynada özdeşleştiği ve aşkla bağlandığı bu imgesini bir ideal benlik olarak görmektedir: “Aynada kendisine bakan kişiyi dayanak noktası alarak ona tutunan özne, ben idealinin değil ama ideal beninin, kendi kendinin hoşuna gitmek istediği o noktanın orada belirişini görür.”[48] Sonuçta bu illüzyon, bu ideal benlik, bu skopik dürtü[49], çocuğun kendi gerçek, parçalı varoluşuyla kendi arasında bir gerilim yaratır. Bu gerilim ise öznenin yaşamı boyunca sürecek olan bir yabancılaşma ve eksiklik hissinin temelini oluşturur. Her ne kadar ayna evresi, imgelem düzenine aitse de -yani öznenin gerçeklikle değil, bir imgeyle kurduğu ilişkiyi ifade etse de- bu noktada aşk da bu imgelem düzeninin bir parçası olarak, öznenin kendi eksikliğini tamamlamak için bir ideal ya da imgeye yönelmesi anlamına gelmektedir. Ayna evresinde ortaya çıkan bu eksiklik duygusu, aşk ilişkilerinde de belirleyici olur.[50]

Erkeğin, kadının -daha doğrusu öznenin- aradığı şey, aslında kendisinde eksik olan parça. Aşk da bu arayışın fiil hali. Bunu sadece Oruç Aruoba ya da Lacan mı söylüyor; hayır. Simone de Beauvoir da aşkı bir eksiklik, bu eksikliğin varoluşsal tamamlanma çabası olarak görür. Hoş; o, öznenin erkek tarafıyla değil daha çok kadın tarafıyla ilgileniyor. “Aşk kadına en yüce misyon olarak sunulmuştur. Kadın, aşkını bir erkeğe yönlendirdiğinde onda Tanrı'yı arar. Koşulları insanca aşk yaşamasına izin vermiyorsa, düş kırıklığına uğramışsa ya da fazla talepkârsa, tapacağı ilâh olarak Tanrı'nın kendisini seçer.[51]

Cemşit ve İlyas’ta erkeğin gözünden aşkın farklı tezahürlerini ve kadının [Asya’nın] aşka yüklediği anlamı görürüz. Aşk sözcüğü, Simone de Beauvoir’ın[52] dediği gibi, kadınla erkek için aynı anlamda değildir ve onları ayıran başlıca anlaşmazlık kaynaklarından biri de budur: “Kadın durmaksızın aşk hakkında konuşur, ama onun için sevmek, almaktır, içinde hissettiği boşluğu doldurmaktır. Bu sevgi, nefrete yakın bir duygudur.”[53] Aşk, [İlyas’ın] yaşamının yalnız bir parçası, [Asya’nınkininse] tümüdür… [Asya’nın] aşktan anladığı açıktır: onun için aşk yalnız bağlılık değil, başka- hiçbir şeye bakmadan, bir insanın hem ruhu hem de bedeniyle, tüm olarak kendini vermesidir. İşte bu[dur]…[Asya’nın] aşkını bir inanç, beslediği tek inanç haline getiren. [İlyas’a] gelince, bir kadını sevdiği zaman, ondan işte bu aşkı bekler, ister, ama [Asya’dan] beklediği duyguyu kendisi için de varsaymaktan uzak mı uzaktır. Sevilen kadın, Asya, birçok değer arasındaki bir değerdir. Erkekler bu değeri de varlıklarına katmak isterler yoksa bütün varlıklarını onun içine gömmek değil. Kadın içinse aşk, tersine, bir efendi uğruna tüm haklarından vazgeçmektir ve hatta -Beauvoir’ı takip etmeye devam edelim- “Kadınların aşk adını verdiği şey, ellerine geçirmek istedikleri erkeksi güç için duydukları açgözlülüktür.”[54] Kadının “…erkekte bir nesnenin âtıl niteliklerini değil, iktidarı ve erkeksi gücü araması gerekmektedir. Böylece kadın, kendi içinde bölünmüş bir halde bulur kendini. Onu tir tir titreyen bir nesneye dönüştürecek güçlü bir sarılışın arayışı içindedir ama aynı zamanda da kabalık ve güç onu yaralayan tatsız dirençlerdir. Duyumsallığı hem derisinde hem ellerinde yoğunlaşmıştır ve birinin gerekleri diğerininkilerle kısmen çatışır. Mümkün olduğunca bir uzlaşmaya varmaya çalışır; kendini erkeksi ama yeterince genç, arzulanacak bir nesne olacak kadar baştan çıkarıcı bir erkeğe verir.”[55] “Erkek için kadın nasıl yaşamın cisimleşmiş haliyse, erkek de [kadın] için aynı şeydir.”[56] diyebiliriz.

Oysa, hiç de doğadan gelme bir yasa değildir bu. Kadınla erkeğin aşk anlayışlarının başka başka oluşu, içinde bulundukları durumdan kaynaklanır. Özne durumunda olan, kendi benliğine sâhip birey, eğer içinde kendini aşma konusunda cömert bir duygu da varsa, dünya üzerindeki etkisini genişletmeye çalışır: ihtiraslıdır, eylemde bulunur.”[57]

Omnia Vincit Amor; Et Nos Cedamus Amori

“Aşk her şeyi fetheder, ona teslim olalım”[58] diyor Publius Vergilius Maro, Romalı asker ve şair Gaius Cornelius Gallus ile sevgisi Lycoris’e ithâfen yazdığı şiirlerden birinde. Gaius ve Lycoris aşkı o kadar meşhur olur ki, İznikli Parthenius de Erotica Pathemata’sını ona ithaf eder. Simone de Beauvoir da “Öz ile varoluşun en üst düzeyde kaynaşması tam da ve sadece aşk aracılığıyla gerçekleşir.”[59] der. Âlem-i Şark’ta ise aşk, kavuşamamakla ve acıyla temsil olunur. “Aşk acısı” ayrılığın, kavuşamamanın hüznü, acısıdır: Benî Âmir kabilesinden Kays ile Leylâ küçüklüklerinden beri birbirlerini tanır, bilirler. Gel zaman git zaman birbirlerine âşık oldukları vakit, Leylâ çadırda alıkonur ve Kays’a gösterilmez. Derdnâk Kays, babasına Leylâ’yı istemesini söyler. Lâkin dedim ya Şark âlemindeyiz. Leylâ’nın babası kızının adı dillere düşer de namusu lekelenir diye teklifi reddeder, Leylâ bir başkasıyla evlendirilir. Bunu duyan Kays, aklını yitirir Mecnun olur. I. Mervân’ın vergi memuru Ömer bin Abdurrahman ile onun yerine geçen Nevfel bin Müsâhık, Kays’a yardımcı olmaya çalışsalar da nafile. Babası şifa ümidiyle Kays/Mecnûn’u Mekke ve Medine’ye götürürse de bîçâre Mecnûn çöllere kaçarak vahşi hayvanlarla birlikte yaşamaya başlar. Leylâ ise Mecnûn’unun aşkıyla ıstırap içinde ölür.[60] Ya da hikâye bu ya hiç çocuğu olmayan padişah, vezirini de alır yanına – elbette ki tebdili kıyafet- düşerler yola. Bir dervişe rastlarlar. Gelecekten haber veren derviş, cebinden çıkardığı bir elmayı ikiye böler; yarısını padişaha, yarısını vezire verip elmaları bu gece yemelerini, Allah’ın izniyle padişahın kızı, vezirin oğlu olacağını, kızın adını Zühre, oğlanın adını Tâhir koymalarını, evlilik çağları geldiğinde de bunları evlendirmelerini, aksi halde aşklarının destan olup kıyamete kadar söyleneceğini belirtir. Padişahla vezir dervişin söylediklerini yapar ve padişahın bir kızı, vezirin de oğlu dünyaya gelir. Beraber büyüyen Tâhir ile Zühre evlilik çağına gelince birbirlerine âşık olurlar. Ancak padişah, eşinin karşı çıkması yüzünden dervişin sözüne uymaz ve kızını vezirin oğluna vermez. Padişahın eşi, yaptırdığı büyü ile de padişahı Tâhir’e düşman eder ve onu sürgüne göndertir. Mardin’de zindana atılan Tâhir birçok çileye katlanır fakat Zühre’den vazgeçmez. Bunun üzerine padişah Tâhir’i idam ettirmeye karar verir.[61] Hâlbuki Garp âleminde Afrodit, ne yaparsa yapsın, Psyche ile Eros’un aşklarına mâni olamamış; şatafatlı bir düğün ile evlenmişler, Haz’ları doğmuştu. Zühre’nin annesi ise ne yapar eder evliliğe mâni olur, Tahir’de yağlı ilmikle buluşur. Sanırım Şark ile Garbın farkı burada işte. Artık, Horasan’lı hükümdar Mehmene Bânû’nun on beş yaşlarındaki kardeşi Şîrin’le nakkaş Behzat’ın oğlu Ferhad’ın aşklarını, Ferhad’ın intiharını hiç anlatmayım.[62]

Belki de aşktan değil aşklardan bahsetmek daha doğrudur? Zebercet’in gecikmeli Ankara treniyle gelen kadına duyduğu aşk ile Kays’ın Leyla’ya duyduğu delicesine aşk aynı mı? Sinek valesi Halil, kupa kızı Meryem’e değil, sadece onun konakta asılı fotoğrafına âşıktı[63] Psyche ise hamile kalana kadar kocasını görmemişti bile, onun Eros olduğunu sonradan öğrendi ve âşık oldu. Ferhad, Şirin için intiharı seçti ama asıl hem en yakın arkadaşı Taylan’ın karısı Nilgün’ün ilk kocası olduğunu hem de Nilgün’ün kendisini başkasıyla aldattığını öğrenen Harun’un intihar etmesi gerekmez miydi? Oysa o -beceremese, Nilgün’ün ayaklarına kapanıp hıçkıra hıçkıra ağlasa da- Nilgün’ü öldürmeye çalışmıştı.[64] Hayat kadını Uğur, Zagor’a âşıktı; Bekir de Uğur’a. Bekir de intiharı seçti[65], Tahir ise Zühre için idam edildi.

***

Kendi eksik kalan parçamıza âşığız, velhâsıl-ı kelâm. Ne biz diğerleriyle ne eksik kalan parçamız diğerlerininkiyle ne de bizim eksik kalan parçamızı arayışımızın hikâyesi diğerlerinin hikâyeleriyle aynı. Kimi, Attila İlhan gibi “adını mıh gibi kazı[yarak]”[66], kimi Nâzım gibi “…avuçları[n]da camdan bir şey gibi kalbi[n]i sıkıp parmakları[n]ı kanatarak, kırasıya, çıldırasıya”[67] arıyor eksik parçasını; kimi Aragon gibi, “Mutlu aşk yoktur!” diye bas bas bağırsa da yaralı bir kuş gibi yüreğinde taşıdığı aşkını kanayan yarası gibi[68] özlüyor; kimi de -benim gibi- yazarak arıyor eksik yanını. Sonuçta, Ataol Behramoğu’nun[69] da dediği gibi, “Hayatın hızıyla yaş[ıyorduk] [her] aşkı
Her şey bir anda başl[ıyordu.] Yaşan[ıyordu]Ve bit[iyordu.] “…aşk …biter… çekip gideri[z] Yüreğim[iz]de bir çocuk cebim[iz]de bir revolver”[70].

Kim bilir, aynada yitirdiğimiz aksimize değil de belki bizzat, bu eksikliğimizi arama ve onu tamamlama sürecimize âşık oluyoruzdur; tamamlanmak için değil, eksik kalabilmek için. Ve kim bilir, belki de aşk; aynadaki kayıp-ötekimizi her gün yeniden aramanın bir eylemidir. Kalbimizdeki aşk da mâşuk/mâşûkamızı bulduğumuzda değil, onu aramayı -onunla kurduğumuz rabıtayı her gün yeniden inşa etmeyi- bıraktığımızda, Sisyphos misâli, aşk-kayasını her gün aynı yaşam-dağının tepesine çıkarabilmek için didinmeye isyan ettiğimizde terk ediyordur bizi. Ve belki de aşk -zaten- eksik kalmayı göze alabilenlerin, emekle kurdukları ve her gün yeniden inşa ettikleri bir ortaklıktan, bir ortaklık arayışından, emek, emek örülen kolektif bir seyrüseferden başka bir şey de değildir.

 

[1] Yazıda bahsi geçen heykellerle ilgili olarak Bkz.: Ahmet Uhri (ed.), İzmir’in Kamusal Alanlarındaki Anıt ve Heykeller, İzmir Büyükşehir Belediyesi Akdeniz Akademisi Yayınları, İzmir, 2022, s.100. Arzu Oto, “Kamusal Alan Heykelleri ve İzmir Kent Belleği” The Journal of Social Science, 2024, C. 8, S.15, 2024, ss:. 60-67.

[2] Apuleius, Başkalaşımlar (Altın Eşek), çev. Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2006, s. 167.

[3] Apuleius, a.g.e., s.169.

[4] Apuleius, a.g.e., s.181.

[5] Apuleius a.g.e., s.197.

[6] Apuleius, a.g.e., s.219.

[7] Apuleius, a.g.e., s.221.

[8] Apuleius, a.g.e., s.227-229

[9] Eski Yunan tanrıçası Afrodit’in Roma mitolojisindeki ismi Venüs; Eros’un ismiyse Cupid’tir

[10] Apuleius, a.g.e., s.231.

[11] Apuleius, a.g.e., s.233.

[12] Apuleius, a.g.e., s.237.

[13] Apuleius, a.g.e., s.237.

[14] Apuleius, a.g.e., s.247.

[15] Apuleius, a.g.e., s.251

[16] Apuleius, a.g.e., s.253.

[17] Apuleius, a.g.e., s.267-269.

[18] Apuleius, a.g.e., s.273.

[19] Carl Gustav Jung, Analitik Psikoloji, çev. Ender Gürol, Payel Yayınları, İstanbul, 2006.

[20] Apuleius, a.g.e., s.277.

[21] Apuleius, a.g.e., s.281.

[22] Apuleius, a.g.e., s.285.

[23] Apuleius, a.g.e., s.287.

[24] Apuleius, a.g.e., s.289.

[25] Apuleius, a.g.e., s.291-293.

[26] Apuleius, a.g.e., s.293.

[27] Apuleius, a.g.e., s.301.

[28] Apuleius, a.g.e., s.331

[29] Apuleius, a.g.e., s.333.

[30] Platon, Şölen, Çev: Cüneyt Çetinkaya, Bordo-Siyah Yayınları, İstanbul, 2000., s.11.

[31] Görkem Kökdemir, “120. Ölüm Yıldönümünde Aydın Vilayeti Müze-i Hümayun Müdür Vekili Démosthènes Baltazzi ve Menderes Magnesiası’ndaki Çalışmaları (1887, 1890)”, TÜBA-AR, Sayı 19, 2016, s.293.

[32]Osman Önder, Vapur Donatanları ve Acenteleri Tarihi, İMEAK Deniz Ticaret Odası Yayınları, İstanbul, 2013, s.232.

[33] A. Çalışkan, Ü. Eryılmaz ve Mehmet Oğlekçi, “19. Yy Osmanlı Ekonomisinde Galata Bankerlerinin Rolü: Baltazzi Ailesi Örneği”, Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi SBE Dergisi, Cilt 11, Sayı 2, 2021, s. 978. Ayrıca bkz. Nusrel Manav, Osmanlı Maliyesi ve Baltazziler, Libra Kitabevi, İstanbul, 2019.

[34] Öndeş, a.g.e., s. 232.

[35] Kökdemir, a.g.e., s. 293.

[36] Mayerling Trajedisi için bkz. https://www.sehriyar.info/?pnum=952 ve https://en.wikipedia.org/wiki/Baroness_Mary_Vetsera

[37] Civan Canova, Ful Yaprakları Yıldönümü Düğün Şarkısı Neon: Oyunlar 1, Cinius Yayınları, İstanbul, 2010, s. 46.

[38] Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, 22. bs., Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012..

[39] Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, Cilt V, Kitap V, beyit 2185, Selam Yayınları, İstanbul, 1975.

[40] Mevlânâ, a.g.e. beyit,3165.

[41] . Jacques Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Seminer XI, çev. Nilüfer Erdem, Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s. 196-197.

[42] “I know a place where the sun is like gold,

 And the cherry blooms burst with snow,

And down underneath is the loveliest nook,

 Where the four-leaf clovers grow.

One leaf is for hope, and one is for faith,

 And one is for love, you know,

And God put another in for luck—

 If you search, you will find where they grow.

But you must have hope, and you must have faith,

 You must love and be strong—and so—

If you work, if you wait, you will find the place

 Where the four-leaf clovers grow.” Ella Higginson, Four-leaf Clover, Hungerford: Legare Street Press, 2023.

[43] The Encyclopædia Britannica, “Proletariat”, https://www.britannica.com/topic/proletariat

[44] Selvi Boylum Al Yazmalım, yönetmen: Atıf Yılmaz, 1977.

[45] Lacan, Psikanalizin… a.g.e., s.218.

[46] Oruç Aruoba, Hani, 9. bs., Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 46.

[47] Jacques Lacan, Écrits, A Selection, çev. Alan Sheridan, Routledge, 2005, s. 12.

[48] Lacan, Psikanalizin… a.g.e., s.271.

[49] Lacan Psikanalizin… a.g.e., s.22.

[50] Lacan, Écrits, a.g.e., s.16-21.

[51] Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet, Cilt II: Yaşanmış Deneyim, çev. Gülnur Savran, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2019, s. 395.

[52] Beauvoir, İkinci Cinsiyet, Cilt II, a.g.e., s. 371.

[53]Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet, Cilt I: Olgular ve Efsaneler, çev. Gülnur Savran, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2019, s. 246.

[54] Beauvoir, İkinci Cinsiyet, Cilt I, a.g.e., s.247.

[55] Beauvoir, İkinci Cinsiyet, Cilt:2, a.g.e. s.109.

[56] Beauvoir, İkinci Cinsiyet, Cilt:1, a.g.e., s.250.

[57] Beauvoir, İkinci Cinsiyet, Cilt:2, a.g.e., s.372.

[58] Publius Vergilius Maro, Bucolicorum, Eclogae Decem, The Bucolics of Virgil, çev. John Martin, 2. bs., 1859, s. 279. (https://books.google.com.tr/ ve Kitabın daha sade İngilizce çevirisi Gutenberg Projesi kapsamında The Project Gutenberg eBook of The Bucolics and Eclogues başlığıyla yayınlanmış (https://www.gutenberg.org /cache/epub/230/pg230-images.html) Eclogue X’da yer alan şiir Gallus ile Lycoris’in umutsuz aşklarını anlatmakta.

[59] Beauvoir, İkinci Cinsiyet, Cilt:1, a.g.e., s.260.

[60] İsmail Durmuş, “Leylâ ve Mecnûn”, İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Cilt 27, 2003, s. 162.

[61] Nurettin Albayrak, “Tâhir ile Zühre”, İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Cilt 39, 2010, s. 400-401.

[62] Nurettin Albayrak, “Ferhad ile Şirin”, İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Cilt 12, 1995, s. 388-389.

[63] Sevmek Zamanı, yönetmen: Metin Erksan, 1966.

[64] İtiraf, yönetmen: Zeki Demirkubuz, 2002.

[65] Masumiyet, yönetmen, Zeki Demirkubuz, 1997.

[66] Attila İlhan, Ben Sana Mecburum.

[67] Nazım Hikmet, Bir Ayrılış Hikâyesi

[68] Louis Aragon- Mutlu Aşk Yoktur

[69] Ataol Behramoğu, Aşk

[70] Ataol Behramoğu, Bu Aşk Burada Biter

Yorumlar (1)

Salih ÖZGENÇ

1 ay önce / 12.06.2025

Ne mutlu bana ki sizden ders almışım, feyz almışım, sizi dinlemişim. Aldığım, edindiğim bilgileri, tecrübeleri sıkı sıkıya saklıyorum. Zira onlara siz ve sizin gibi bir kaç kişi yön verdiği sürece değişme-gelişme yaşanacaktır. Yoksa ülkem eşek pazarına dönecektir...

  |   Beğenmedim 0   |   Cevapla