Normalleşen Çizilmiş Sınırlar
Son yirmi üç yıl, Türkiye’nin toplumsal dokusunun yeniden şekillendiği, kamusal alanın ve bireysel özgürlüklerin sınırlarının sistematik bir biçimde yeniden çizildiği bir dönem oldu. Bu dönem, iktidarın milli ve yerli olarak kodladığı muhafazakar bir sosyal mühendislik projesinin, gündelik hayatın en mahrem köşelerine kadar nüfuz ettiği bir süreci kayda geçiriyor. Peki, bu sürecin karşısında toplum olarak neredeyiz? Cevap, çoğunlukla derin bir sessizliğin gölgesinde aranmak zorunda.
Sanatın Susturuluşu ve Trajikironik Yasaklar
Sanat, bu sürecin en görünür hedeflerinden biri haline geldi. Giyimine, saç rengine, sahne performansına varana kadar estetik tercihleri kamuoyu nezdinde hedef gösterilen sanatçılar, şarkı sözleri sakıncalı bulunarak erişime kapatılmak istenen eserler, iktidarın kendi estetik anlayışını dayattığı bir kültürel iklim inşa etme arzusunu gözler önüne seriyor. Mabel Matiz örneğinde olduğu gibi, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Perperişan şarkısına erişim engeli talep etmesi, trajik bir ironiyi beraberinde getiriyor. "Aile Yılı" ilan edilen bir dönemde, her gün şiddet sarmalında yaşamını yitiren, korunması devletin asli görevi olan kadınların ve çocukların ölümünü engelleyecek etkili ve caydırıcı politikalar üretmekte sergilenen eksiklik, bir şarkının kamu düzeni ve genel sağlığı tehdit ettiği iddiasıyla sansürlenmesiyle mi telafi edilecek?
Bu sorunun cevabı aslında oldukça basit ve tüm bu yaşananların özünü oluşturuyor: İktidarın, kendisine mutlak hak olarak gördüğü özgürlük alanını, toplum için bir lütuf ve hatta ceza olarak yeniden tanımladığı bir sistem inşası.
Nedir bu sistem? Kendine özgürlük, halka ceza.
Dijital Dünyanın Dizginlenmesi ve Sessizliğin Ürettiği Rıza
Bu sistemin işleyişi, dijital dünyaya uzanan yeni yaptırımlarla daha da derinleşiyor. RTÜK; Netflix, Prime Video, MUBİ, Disney ve HBO-MAX’de yayınlanan 5 film hakkında katalogdan çıkarma ve yüzde 3 idari para cezası verdi. Verilen bu ceza ifade özgürlüğünün son kalan özerk alanlarını da denetim altına alma çabasından başka bir şey değil. Amacın, eleştirel olan her sesi, iktidarın resmi söylemleriyle uyumlu hale getirmek veya tamamen susturmak olduğu açık.
Toplumun büyük bir bölümünün bu sürece direnmek yerine sessizliği ya da gündelik kaygıların ağır bastığı bir kabullenmişliği tercih etmesi, bu sistemin ilerlemesindeki en kritik faktör olmuştur. Bu sessizlik, bir onay olarak okunmasa dahi, fiiliyatta bir rıza üretmiştir. Her yeni kısıtlama, bir öncekinin üzerine inşa edilmiş ve normalleştirilmiştir.
Varoluşsal Bir Sorun Olarak Özgürlük Kaybı
Bugün geldiğimiz nokta, yalnızca kademeli kısıtlamalardan ibaret değil; erişim engelleri, sosyal medya paylaşımları nedeniyle açılan soruşturmalar, ardından gelen gözaltılar ve tutuklamalarla somutlaşan bir baskı iklimini resmetmektedir. Artık özgürlüklerin sistematik olarak aşındığı,kamusal alanın giderek daraldığı ve bireyin, ifadesiyle orantısız bir şekilde cezalandırılma korkusuyla devlet karşısında öznelliğini yitirme riskiyle karşı karşıya kaldığı bir noktadayız. Bu, sadece bir yönetim sorunu değil, aynı zamanda toplumun kendi geleceğine dair bir varoluş sorunudur. Sessizliğin sesi, bir gün bu inşa edilmek istenen duvarları yıkmak zorunda kalacaktır. Çünkü özgürlük, asla sadece bir lütuf değil, vazgeçilmez bir insanlık hakkıdır.
Kapak resmi: Jaison Cianelli
Yorumlar (0)