Yıllarını Ankara’ya vermiş, her şeyi ilk kez burada yaşamış biri olarak Ankara’yı severim. Ankaralı değilim ama Ankaracıyım; kendimi öyle tarif ederim. An itibariyle İstanbul’da yaşıyor, Ankara’da çalıyorum. Adını “eski45likler” koyduğumuz “şey”i her hafta cuma ve cumartesi geceleri Nefes’te sergiliyorum; Ankara’nın orta yerinde! Bu çalma hali 1999’dan bu yana sürüyor: Nereden bakarsanız bakın on üç yılı devirmiş durumdayız. Aradaki zorunlu kesintiler hariç on üç yıldır her hafta çalıyorum. Sadece Ankara’da değil, İstanbul’dan Adana’ya, Edirne’den Kars’a memleketin değişik yerlerinde çaldım. Bununla da kalmadım, mevzuu memleket dışına taşıdım: Paris, Amsterdam, Viyana, Helsinki, Berlin gibi şehirlerde, kulüplerden 1 Mayıs alanlarına her yerde “eski45likler”i döndürdüm. Bunu övünmek için söylemiyorum; az sonra hepsini Ankara ile karşılaştıracağım, bunu yaparken çeşitlilik bilinsin istiyorum.
Hadise, 1999’un 31 Ocak gecesi Ankara’da başladı. Orada gelişti ve memlekete yayıldı. Plak denen şey bilinmezken, eski şarkılar dizilerde ve filmlerde görücüye çıkmamışken biz Gölge, Nüans, Fikrim gibi barlarda “eski45likler”le eğleniyorduk. Biz dediğim Alper Fidaner ve ben. Ankara’nın eski ve “solcu” radyosu Radyo Arkadaş’ta (hatırlayan vardır belki: 88.4, biz arkadaşız!) yayınlanan “Çıtır Çıtır” adlı programla başlayan ortaklığımızı “sahne”ye taşımış, o programda çaldığımız şarkıları barlarda çalmaya başlamıştık. O dönem sahiden plak çalıyorduk. Sonra bunlara yavaş yavaş yeni şarkılar eklendi. Repertuar genişlerken olay yenilendi ve eskiden bugüne bütün zamanların en eğlenceli şarkılarını çaldığımız bir curcunaya dönüştü. Bu, değişik radyo programları ve “Kırkbeşlik” adlı bir TRT programıyla da desteklendi. Sonra Alper’le yollarımız ayrıldı. Şimdi iki ayrı koldan Ankara gecelerini “şenlendirmeyi” sürdürüyoruz. Artık sadece biz değiliz bunu yapan; neredeyse her yerde “eski45likler” gecesi var. Memnunuz elbette ama bu “çokluk” hali zaman zaman olayın sapmasına neden olabiliyor. Başta “zor” dedim ya, o zorluk, tam da bu noktada başlıyor.
Şu cümleyi Ankara’da duydum mesela: “Ne biçim ‘eski45likler’ bu, hep eski şarkılar çalıyorsunuz…” Bir süredir “eski45likler”adıyla yapılan “eğlence”lerde bildiğimiz pop şarkıları çalınıyor artık: Güncel şarkılar, hani Serdar Ortaç, Demet Akalın, İsmail YK falan. Ben uzun süre direndim buna ama sonra (bu üç ismi değil belki ama) “yeni” şarkıları repertuara kattım. Eskilerden uzaklaşmamaya çalışarak elbet. Eskiyi biraz bugüne yakınlaştırdım: 90’lar, artık repertuarın büyük bir bölümünü oluşturuyor. Çünkü bugün eğlenmeye gelen “gençler”, çocukluklarını tam da o dönemde yaşamış. “Eski” diye bildikleri şarkılar “Abone”den “Ateşteyim”e uzanıyor. Daha eski şarkılar, yani Cici Kızlar’ın, Beyaz Kelebekler’in, Füsun Önal’ın, Erol Evgin’in söyledikleri, “çok eski” geliyor kimilerine. Dolayısıyla, bu şarkıların bir kısmı, kendi kendine, “eğlence” repertuarından düşüyor. Ne kadar dirensek de bir yerde buna boyun eğmek durumunda kalıyoruz. Olayı “az hasarla” atlatmaya çalışıyoruz sadece… Olayın bu yöne gitmesinden hoşnut olmayan bir ekip de var elbette. Adı “eski45likler” olan bir gecede eski şarkılar çalınması gerektiğini savunan –ki haklılar. Ancak, onlarla şu noktada ayrı düşüyoruz: Olay eğlenceye yönelikse eskilerin yanına yenileri katmak elzem. Nefes gibi bir mekanda, hele hele hafta sonunda, eğlendirmeyen şarkılar çalmak mümkün değil. Programda Tanju Okan’a, Ajda Pekkan’ın kimi “ağır” şarkılarına ya da en basitinden Asu Maralman’dan (“Sigaramın Dumanı” diye bilinen) “Bağrıyanık Dostlara” adlı şarkıya yer vermiyorsam sebebi bu. Sevmemem değil. Benden bu şarkıları istemeye gelen dinleyiciyle anlaşamadığımız nokta bu. Olumsuz cevap aldıklarında kurdukları hep aynı cümle: “Siz zaten onları sevmiyorsunuz, olaya ticari yaklaşıyorsunuz.” Gülüp geçiyorum, yapabileceğim bir şey yok zira.
Olayı kendi üzerimden getirdim şu ana kadar ama Ankara’da çalmanın başka zorlukları da var. Bir kere, Ankara dinleyicisi çok dikkatli. İki hafta üst üste aynı repertuarı çaldığımda hemen uyarıyor. Farklılık istiyor ama bir önceki hafta çaldıklarımdan uzaklaştığımda yine anlaşamıyoruz. Aynı şarkılar olsun ama onları öyle bir çalayım ki, yeni çalıyormuşum hissi versin; istenen bu. Bazen otomatiğe bağladığım oluyor, aynı şarkıları arka arkaya çalıyorum ama bundan ben de sıkılıyorum bir süre sonra. Farklı olma amacıyla başlıyorum her hafta “iş”e, becerebildiğim günlerde kendimi ve çaldıklarımı seviyorum. O günler, karşılıklı çok daha fazla eğleniyoruz. Canlı çalanlar için durum daha da vahim: Ankara’nın ciddi bir müzikal geçmişi var çünkü. 60’larda dönemin en mühim caz kulüplerinden biri Feyman burada. İlerleyen zamanda onun yerini Karpiç alıyor, olay Graffiti’den Gölge’ye ve türevlerine sıçrıyor. Ankara’nın müzikal gelişimi (ya da değişimi ve hatta dönüşümü) ayrı bir yazının konusu elbette. Şunu söyleyebilirim sadece: Ankara, bugün bu durumun uzağında olsa da, bir dönem memleket müziğini besleyen ana damardı. Sadece müzik değil, edebiyat ve tiyatroda da söyle bu. Bir tek sinema hep İstanbul merkezli oldu, Ankara’ya gelemedi ama diğer dallar hep Ankara’dan beslendi.
Yorumlar (0)