“Ben bu yaşıma dek bu kadar çok irili ufaklı lokanta olan bir yer görmedim.
Elbette çok sayıda başka milletin mutfağı ve buranın lokantalarında da sürüsüne bereket çeşit var. Ancak dön dolaş, memleketin tadı damağı, tapa. Öncelikle şunu söyleyeyim, ben bu yaşıma dek bu kadar çok irili ufaklı lokanta olan bir yer görmedim. Yürüdüğüm her mahallede, istisnasız en olmadık küçük sokakta mutlaka kaldırıma serpiştirilmiş iki üç masa var. Turistik de değil üstelik, mahalleli için. Sokakta yaşıyor gibiler. Tabii kaldırımlar geniş olduğundan o masaların yürüyene bir zararı da yok. Hemen hepsi metalik gri metal masa ve sandalyeler.
Belediye’nin kararı mıymış neymiş. Görebildiklerimin menüsü de birbirine benzer. Tapa, aslında atıştırmalık ve bizim mezeye denk düşüyor. Karşılaştırma yapmak saçma ve gereksiz de olsa, bir milli alışkanlığımız olduğundan ben de yapayım: Kusura bakmasınlar ama, nerede bizim mezeler?! “Kusura bakmasınlar” yazınca, Cumhurbaşkanı gibi hissettim kendimi, ne garip bir duygu? “Eyyyy tapasçı düdükler, biz bu meze işini sizden mi öğreneceğiz ya, bak ya, hiç kusura bakmayın…” Neyse, konudan sapmayayım. Bu karşılaştırma işi ile insan yurt dışında sık karşılaşıyor hakikaten ve pek eğlenceli. Kardeşim, bir kişi gelsin de bir şeyi karşılaştırmasın.
Daha havaalanı otobüsünde başlıyor: “Vallahi bizim Havaş bundan ucuz” Sanki bunu duyan Katalan idaresi, “Ülen acilen bir düzenleme yapalım” diyecekmiş gibi. Biraz da kaçınılmaz belki de, özellikle fiyatları hemen çevirip karşılaştırır ya insan. Benim kafa da döviz bürosu gibi oldu, Euro’nun arttığını okudukça! İşte her yerde aynı şey servis edilince, muhafazakâr bir bünye, ister istemez Düveroğlu’nu, Hacı Arif Bey’i, Kebap 49’u, Tavukçu’yu, Cankatan’ı vs. hatırlıyor. Bunların kendisini hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadığını, adı geçen lokantalarla hiçbir zaman bir “bağlanma” sorunu yaşamayıp hepsine bağlandığını, onlara hiçbir zaman “Sorun sende değil bende” demediğini ve hep mutlu olduğunu düşünüyor. Bunları düşününce, yine ister istemez burada bağlanacak bir lokanta arıyor ve tabii buluyor. Nitekim buldum! İlk haftamda okuldan üç kişi getirdi, sağolsunlar. Sonrasında, sağa sola bakıp en iyisinin, güzelinin ve tabii hesaplısının burası olduğuna karar verdim. Birazdan anlatacağım. Tabii pahalı, havalı yerler de var, yok değil. Mesela geçen ay gelen iki misafirim bir gün hakikaten çok meşhur bir tapacıya götürdü.
Zaten ancak onlarla gidebileceğim bir yerdi. Kapıda, “657 mi?” yoksa “Özel sektör mü?” diye soruyorlardı ve iki özel sektör kişisinin yanında, en fazla bir 657 kabul ediyorlardı! Bu sayede girebildim. Allah için güzeldi de, insan bilmediğini yememeli. Laf olsun diye bir “midye” söyledim. Sonunda hakikaten “tek bir” midye geldi. Büyük bir midye, kapağı açık, içinde etli kısım. Yedim ama meğer çiğmiş. Kardeşim bir midyenin pişmemişini neden servis edersiniz? Hadi siz ettiniz, insanlar neden yer? Neden uyarmazsınız? Nihayetinde kütüğü Sivas olan bir insanım, ben nereden bileyim çiğ olduğunu? Bütün gün genzimde bir deniz kokusu, insan belli de edemiyor. ‘Çok güzeldi’ filan diyorsunuz… Demem o ki havalı yer görmüşlüğüm var da, bünye tutucu. Son bir buçuk ay, dönüp dolaşıp haftanın iki günü “benim” lokantaya geldim. Anlatacağım… “Parmaklar kapalı, avuç içi yere bakan elini bilekten hafifçe iki yana sallama hareketi! Yani bildiğiniz, “ızgaraya/mangala atayım mı?” demek istiyor.” Bir ya da iki gün “sandviç”, kalan günler evde atıştırma. Şimdi sandviç deyince, yanlış anlaşılmasın, Juan abi ile yengemizin yaptığı sandviç.
Tam hükümet meydanında, ilk yazıda anlattığım o saçma ama güzel meydana giden köşede. En turistik yerde, hiç turistik olmayan bir dükkân. Cebeci’deki Cankatan’ın Barça versiyonu. Yaklaşık beş metre kare, bir ızgara, bir kasa, kasanın arkasında meşrubat rafı, kolunuzu dayayacağınız, müşteri ile Juan abimizi ayıran yükselti (bar gibi düşünün). Bir insan, sıcak tavuklu sandviçi bu kadar mı güzel yapar? Yapıyor adam. Tabii adam diyorum, aslında abinin hanımı, yengemiz, ayrılmaz figür fakat daha çok meşrubat ve para işleriyle ilgileniyor. Şimdi bu abimizle aramızda çok güzel bir diyalog oldu. Sık gittiğim için “sohbet” başladı. Ancak sohbet, tek satır Katalanca bilmeyen biriyle, tek satır İngilizce bilmeyen biri arasında!
Bu nedenle sohbeti “tırnak” içine alıyorum. Hatta alırken elimle de, ODTÜ ve Boğaziçililerin, iki ellerinin işaret ve orta parmaklarını yan yana getirip aynı anda orta boğumdan kırma hareketini ekliyorum! Sohbet, tırnak içinde ama Juan, has esnaf. Eh, serde esnaf çocukluğu olunca! Önce el kol, sonra onun bana öğretmeye çalıştığı terminoloji (mutfak tabii ki) ardından misafirlerimi de götürüp tanıştırmam. Juan abi, beni yirmi metreden görünce, ne kadar uzun kuyruk olursa olsun, hepinize çok tanıdık gelecek bir hareket yapıyor: Parmaklar kapalı, avuç içi yere bakan elini bilekten hafifçe iki yana sallama hareketi! Yani bildiğiniz, “ızgaraya/mangala atayım mı?” demek istiyor. Şimdi ben bu insanı nasıl sevmeyeyim?
Neyse, Allah uzun ömür versin, bir daha gelirsem, umarım orada olurlar. “Arkadaş tükanın önünü kapıyorsun, git başka yerde ye yemeğini” diyen bir Katalan levendi, yiğidi de olmadığı için, rahat ediyor insan.” Çok saptık lokantadan farkındayım ama ilk yazıdaki meydana yeniden geldik madem, o zaman bir de kısaca, “bank”lardan söz edeyim. “Aman eksik kalmasın!” dediğinizi duyar gibiyim. Burası bank cenneti. Bank her yerde vardır da, bu kadar çok bankı bir arada görmedim daha önce.
Tümüyle yaya için dizayn edilmiş bir yerde, haliyle onun rahatını da düşünmüşler, hem de fazlasıyla. Her köşe başında, kaldırımda, kenarda köşede, lokanta karşılarında, metro önlerinde şurada burada. Her yer bank. En güzelleri, ağaçlı kaldırım ve ücra sokaklarda olanı ama en matrağı lokanta karşılarındaki banklar. Millet masalarına oturmuş yemek yerken siz de bir banka oturup seyrediyorsunuz. Aslında iki amaca hizmet ediyor gibi geldi bana.
Biri, yer bekleyen müşterinin rahatı. Özellikle Ağustos sonuna dek herhangi bir lokantada yer bulma olanağı yoktu. Herkes kuyruktaydı. Diğeri, yalnızca dinlenmek için. Ayrıca bir bankta dinlenir ve bir şeyler atıştırırken lokantadan gelen müzikten yararlanmak da iyi oluyor. Bizim Sarıyer, Kuruçeşme sahili gibi, hani taverna müziği eşliğinde çekirdek çitleniyor ya… Tabii tahmin edersiniz, “Arkadaş tükanın önünü kapıyorsun, git başka yerde ye yemeğini” diyen bir Katalan levendi, yiğidi de olmadığı için, rahat ediyor insan. Bu kadar hikâyeden sonra diyeceksiniz ki, “Kardeşim hiç mi magandası, şusu busu yok bu milletin?” Var tabii, olmaz mı. Ama zannedersem patlıcana, hıyara getirdikleri “AB standardını” insanlarına da uyguluyorlar ki, magandalık da ölçülü. En azından karşılaştıklarım için bunu söyleyebilirim. Beni en rahatsız eden şey, herkesin bağırarak hatta çığlık çığlığa konuşması ki bu da tam olarak magandalık sayılmaz.
Maşallah, gür sesli bir millet. Hakikaten çok bağırıyorlar. Yok hayır, konuya giremedim bir türlü. “Benim lokanta” diye başlayıp nereye geldim. Belli ki şimdi anlatamayacağım. Bu durumda lokanta yazısı bir sonraki olsun…
Yorumlar (0)