Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Kırık Bir Aşk Hikayesi

Tecritte radarıma takılanlar serisi

Kırık Bir Aşk Hikayesi

Bugün 16 Mayıs 2020 Cumartesi. Televizyonda bir gezi programı var. Ayaklarım beni taşımakta zorlandıkları için uzaklara gidemediğimden, oturduğum yerde seyahat ettiğim böyle gezi programlarını hiç kaçırmıyorum. Bu sefer gezilen ülke Güney Kore ve onun başkenti Seul. Seyrederken, şimdilerde ışıklar ve renk cümbüşü içindeki bu ülkenin, bir zamanlar hem kendisinde hem de çok uzaklardaki küçük insanların hayatlarında nasıl karanlık izler bıraktığına ilk elden tanık olduğumu anımsayıp hüzünlendim. Madem tanık oldum, anlatmak boynumun borcu, kayda geçsin bari.

Sene 1950. Becerikli babamın, gelir getirsin diye evimizin bahçesine kondurduğu iki göz odalı eve, iki genç ve güzel insan kiracı olarak yerleşmişlerdi. Zeynep abla ve Mehmet ağabey Ankara'ya yakın bir köyden gelmişlerdi. Köyün en güzel kızlarından Zeynep ablayla köyün yakışıklısı Mehmet ağabeyin birbirlerine tutulmaları zaten kaçınılmazdı. Hangi engeller onları ayırmaya kalktı bilmiyorum ama başka çare kalmayınca bir gece el ele verip, engellerin üstünden aşarak birbirlerine kaçmışlar. Zeynep abla Mehmet ağabeye kaçtığı o gecenin hikayesini her anlatışında o geceyi sanki yeniden yaşardı. Memo'sunun elini tutmak, telli duvaklı gelin olmaktan, düğünde takılacak takılardan çok daha değerli ve güzeldi. Hiç pişman olmamıştı. Ben de yeni yetme bir genç kız olarak, imrenerek dinlediğim bu kaçış hikayesindeki gibi büyük bir aşkı ileriki hayatımda yaşamayı içimden dilerdim. Bahçedeki o küçük evden bize kadar ulaşan Zeynep ablanın söylediği köy türkülerine ara sıra Mehmet ağabeyin erkek sesi karışırdı. Biz de onları zevkle dinler ve izlerdik.

Bu cıvıltılı güzel hayat, meclisimizin gerekçesini hala anlayamadığım çok uzaklardaki Kore harbine katılma ve oraya asker gönderilmesi kararı almasına kadar neşeyle sürdü. Gemilere doldurulup o uzak diyara gönderilen askerlerin içinde Mehmet ağabey de vardı. O saatten sonra türküler sustu. Evi ve yüreği ıssızlaşan Zeynep ablanın güzel yüzü de gölgelenip soldu. Zeyno artık radyonun başından ayrılmaz olmuştu, çünkü Kore'de ölen Mehmetçiklerin adları radyodan duyuruluyordu. Zeyno'nun gözyaşlarında hem ölenlerin acısı hem de kendi Memo'sunun yaşıyor olmasının sevinci vardı. Mehmet ağabeyin dönüşüne kadar hepimiz Zeyno'nun yalnızlığını ve korkularını paylaşmaya çalıştık.

"İpleri büyük devletlerin ellerinde olan kukla siyasetçilerin kendi insanlarının hayatlarına kestikleri fatura sonrası berbat olan hayatların bilançosu çıkarılmış ve hesap sorulmuş mudur acaba? Ben hiç duyup görmedim."

Nihayet o mutlu gün geldi ve Memo ile Zeyno birbirlerine kavuştular. Birkaç günlük suskunluktan sonra biz yine neşeli türküler beklerken, Mehmet ağabeyin zaman zaman bize kadar ulaşan gök gürültüsünü andıran sesiyle irkilmeye başladık. Zeyno'nun sesini hiç duymuyorduk ancak ertesi gün, yemenisiyle ne kadar örtmeye çalışsa da yüzündeki morlukları görebiliyorduk. Ne oldu diye sorduğumuzdaysa ne bir şikâyet ne bir sızlanma, hep aynı klasik cevabı alıyorduk: ya "kapıya" ya da "pencerenin pervazına" çarpmıştı. Baktıklarında birbirlerinin içinde eriyen iki aşığın bu hali hepimizi çok üzüyordu. Bir zamanlar sevdiceğinin üzerine titreyen Mehmet ağabeyin bu davranışlarına bir anlam veremiyor ve çok şaşırıyorduk. Bir ara annem bunlara nazar değdi diye kurşun döktürmeye bile kalkıştı. Zeynep abla ise hiç şikâyet etmiyor, Memo'suna yine hiç toz kondurmayarak "biraz sinirli oldu" diyordu. Bir baba şefkatiyle kol kanat gerip sevdiği aşıkların bu hallerine daha fazla dayanamayan babam, bir gün Mehmet ağabeyi çağırıp "Neler oluyor oğlum?" diye sordu. Ellerini kenetleyip başı önünde dizlerinin üstüne çöken Mehmet ağabey birdenbire sarsılarak ağlamaya başladı. "Mustafa amca ben de bilmiyorum bana ne oldu. Zeynep'i ne kadar çok sevdiğimi en iyi sen bilirsin ama onu istemeden incitiyor, hırpalıyorum. Olur olmaz her şeye sinirleniyorum. Çok utanıp pişman oluyorum ama elimde değil. Kore'de yanımda yöremde patlayan bombalar şimdi benim içimde ve beynimde patlıyor." dedi. Bu sözlerin anlamını o genç yaşımda çözememiştim. Şimdi çok iyi anlıyorum. Bu durum psikiyatride travma sonrası stres bozukluğu olarak isimlendiriliyor galiba. İpleri büyük devletlerin ellerinde olan kukla siyasetçilerin kendi insanlarının hayatlarına kestikleri fatura sonrası berbat olan hayatların bilançosu çıkarılmış ve hesap sorulmuş mudur acaba? Ben hiç duyup görmedim. Kurtuluş savaşımızda ta Avustralya ve Yeni Zelanda'dan gelip gövdelerini ve hayallerini, Çanakkale'de toprağa gömen John'lar, James'ler gibi bizim Mehmetçiklerimiz de gövdelerini, hayallerini Kore'de bırakmışlar; dönenler ise Mehmet ağabey gibi benliklerini yitirmişlerdi. Tarih tekerrürden ibarettir deniyor ama tekerrürden ibret alacak insanlar nerede? Olan, büyük hırsları değil, küçük mutlulukları olan insancıklara oluyor ne yazık ki.

Hikâyenin sonunu merak ettiniz değil mi? Söyleyeyim. Bir sabah kalktığımızda Zeyno ve Memo'nun hayatlarını bohçalayıp o küçük aşk yuvasını terk ettiklerini gördük. İlk kaçışları mutlu olmuştu, bu ikinci kaçış ise hiç öyle olmadı. Kendilerinin hiç dahili olmayan bir travmayla hayatlarının kararması bana hep çok büyük bir haksızlık olarak göründü.

İlk kaçışlarında engelleri nasıl aştılarsa bu ikinci seferde de, aralarındaki büyük aşkın sağaltıcı iksiriyle bu travmayı atlatıp, mutlu olmuşlardır inşallah diye düşünüp avunuyorum.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış