İkinci dünya savaşı sonrasında Avrupa’nın çektiği acılarla yüzleşmesi gerekti. Seyircinin kendisini masal kahramanı olan film artistlerinin yerine koyup, hayallere daldığı sinema masalının bir alternatifi olmalıydı.
Mussolini İtalyasındaki salon filmlerine tepki olarak; Roberto Rossellini’nin 1944 yılında çektiği “Roma-Açık Şehir” filmi, İtalyan Yeni Gerçekçilik Akımının ilk filmlerinden oldu. Savaştan oldukça hırpalanmış ve yenik çıkan İtalya halkına “bizimle birlikte savaşan diğer Devletler yenildi; biz de
o nedenle yenik sayıldık” demek yerine kendi gerçeği ile yüzleşmeyi seçti. Seyirci de filmi izlerken gerçeklik algısını yaratmayı hedefleyen akım, Hollywood’un star oyunculuk sistemini de yıkıp; amatör oyuncularla ve oldukça sade bir anlatımla filmlerini çekmeye başladı.İnsanlarınbireyselolarak “hayattan yırtma”hikayelerinden vazgeçip, yoksulluk, savaş ve siyasi düzen gibi toplumsal olayları sorgulamaya başladı.
Rosselini ikinci olarak 1948’de “Almanya Sıfır Noktasında” filmini, savaştan hemen sonra Berlin’de, yıkılmış şehirde bir belgesel tadında çekmiştir. Bugün savaş çığırtkanlığı yapanlara zorla tekrar tekrar izletmek gerek. Yarısı yıkılmış bir binada 8-10 kişilik nüfusun bir arada yaşadığı; elektrik idaresinin
fazla elektrik kullandıkları için elektriği kesmekle tehdit ettiği; bu nedenle de herkesin birbirini daha az kullansın, yesin içsin diye takip ettiği zamanlar.İnsanlarınsokaktaölenbirat leşinin etini paylaşmak için birbirine girmesi. Genç kızların
bir kaç sigara karşılığı subaylarla müzikhollerde dans etmeye gitmesi gibi pek çok acıtan sahne. Avrupa’da bitmiş ama hala üçüncü dünya ülkelerinin çok da yabancı olmadığı yoksulluk hikayeleri. Federico Fellini, Vittoria De Sica, Luchino Visconti akımın belli başlı İtalyan yönetmenleri.
Sonrasında 1950 ve 1960’ lı yıllarda Fransa’da Yeni Dalga Akımı. Jean Luc Godard’ın “Serseri Aşıklar” ve François Truffaut’un “400 Darbe (The 400 Blows)”filmleri en ünlü örnekler. Doğal sahneler, stüdyodan dışarı çıkılıp gerçek mekanlarda yapılan çekimler, sıradan amatör oyuncular. Seyirci filmi okusun ve anlasın ister bu filmler. Yaşamın kendisi gibi, bir sonraki sahne de tahmin edilemezdir.Birderdivardırmutlaka,tıpkıhayat gibi.
Bu akımların Türkiye’deki yansımasına bakarsak; tabi ki Yılmaz Güney sinemasıdır. Yıllarca yasaklanan, gösterilmeyen bu filmlerin çok korkutan yanı gerçekçiliğiydi. Toplumlar da
tıpkı insanlar gibi doğup, büyüyerek yetişkin olma sürecini
tamamlıyorlar. Ama nasılki bazı ebeveynler, çocuklarının ömür boyu kendisinden kopup ayaklarının üstünde durmasını istemiyorsa, iktidarın sarhoşluğunda olan yönetenler de toplumun büyüyüp onları sorgulamasını istemez oluyorlar. Bu nedenle her devirde anlatacak bir sürü güzel masallar buluyorlar. “ Senin annen bir melekti yavrum” sloganı/masalı tadındaki filmler gibi.
Sonra bir adam çıkıyor; “bu toprakların hüzünleri ve kederleri var size inandırıcı gelmese de”diyen.“Arkadaş”filmi gibi politik mesajını bağıra çağıra söyleyen filmler de yapıyor; “Umut (1970)”,”Sürü(1979)”ve“Yol(1982)” üçlemesin de olduğu gibi mesaj veren herhangi bir diyaloğu olmamasına rağmen, baştan sona bütün söyleyeceklerini görüntülerle anlatan, doğal filmlerde yapıyor. Birde“Duvar”var ama o ayrı bir yazı konusu.
Her üç filmi de izlerken yaşanan yoksulluk, çaresizlik seyirciyi sarar ve sarsar. Filmler bittiğinde boğazınız tıkanır ve yutkunmakta zorlanırsınız.
Umut; yaşlı iki atın çektiği bir arabayla insan ve yük taşıyıp, neredeyse yirmi dört saat çalışan bir adamın kazandığı üç kuruş ile 5 çocuk, bir ana, kendisi ve karısı ile birlikte 8 nüfusu yarı aç yarı tok yaşatma; üstsüz başsız, yalın ayak başı kabak büyüyen çocukların abakmaçabasıdır.Yoklukve sefalet olduğu gibi, bütün ağırlığı ile gelip üstünüze oturur. Bir define bulma hayali onun umudu ve yok oluşu olur.
“Sürü” dağda hayvancılıkla geçimini sağlamaya çalışan geleneksel bir ailede hasta, çocuk doğuramayan, üstüne üstlük bir de kan davalık oldukları bir ailenin kızı olan karısını yaşatmak ve korumak için babasına direnen içimizden bir başka adamın çaresizliğidir. Ankara’ya götürülmek için trene konulan koyun sürüsü, hastalık, hırsızlık, rüşvet, yoksulluk, parasızlık hepsi bir aradadır. Babanın acımasızlığı, törenin katılığı, devletin ceberutluğu, tüccarın köylüye acımasızlığı velhasıl güçlünün zayıfı böcek gibi ezmesi.
“Yol”;izledikten sonra tren gürültüsü uzun süre kulaklarınızda kalıyor. Film başlarken ilk jenerikte :
“Hüznün sayısız tonu, birçok yüzü vardır; çiçekler, kuşlar, rüzgarlar gibi. Ben bazı yakın arkadaşlarım aracılığıyla, hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım; her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da” diyor Yılmaz Güney.
Cinayet davasından dolayı kaçak, yasaklı ve sürgünde Fransa da. Yürek acımaya başlıyor.
Görüntüler baştan sona muhteşem. İmralı’dan izinli olarak evlerine gitmek üzere yola düşen beş adamın farklı hikayeleri. Yıl 1982, darbe ve sıkıyönetim zamanı: kontroller, baskılar, keyfi uygulamalar, halden anlamayan, aynı toprağın elinde Devlet yetkisi olan diğer adamları. Yönetmen Şerif Gören filmin tamamını, Anadolu’nun bozkırlarını, kardan kapanan yolları, trenleri bütünüyle doğal mekanlarda çekmiş . Görüntülerdeki gerçeklik korkutmuş belli ki. Bu sefalet ile yüzleşmek zor.
Algılarımızla oynanıyor. Hiç sorun yok ve siz mutlusunuz
diye bağırıyor sistem. Sizi mutlu edecek tek şey daha da
çok tüketmeniz. Siz tükettikçe biz daha çok kazanacağız. O yüzden bu filmleri de bu adamları da sevmiyor. Sadece benim ülkemde değil dünyada da böyle. Aslında koskocaman bir şirket bütün dünya. Ve bize neyi satarsa onu almamızı istiyor.
Arada sırada böyle“bağzı”adamlar çıkıyor ve tuhaf filmler çekiyor, tuhaf şeyler söylüyor. Romantik insanlar düşüyor onların peşine ha gayret bu sefer kurtaracağız dünyayı kötü adamdan diyor. Toplaşıp oy da veriyorlar; ama o adamların oyunları çok ve hep kazanmak istiyorlar. Kanlı ya da kansız onlar için fark etmiyor. Ne yazık hep aynı oyun sahnede ve hala da biletlerini satın alan seyircisi var.
Yorumlar (0)