Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Saray Dili ve Edebiyatı

Yine aynı haberle karşı karşıyayız: Bir gazeteci daha tutuklandı. Bu kez Fatih Altaylı. Konu, senin tutuklanan gazeteciyi sevip sevmemen değil; onun susturulmasıyla birlikte yok sayılan ilkedir. Türkiye’de gazetecilik, anayasal güvence altındaki bir meslek değil; iktidarın tahammül sınırlarını test eden bir “güvenlik riski” olarak görülüyor.

Saray Dili ve Edebiyatı

İfade özgürlüğü, artık ceza hukukunun konusu haline getirilmiş durumda. Her eleştiri, “halkı yanıltma” ya da “devleti aşağılama” bahanesiyle kriminalize ediliyor. İfade çağrısı, gözaltı, tutuklama… Hepsi birbirine eklemlenmiş bir sindirme mekanizmasının parçası. Bu bir istisna değil; yeni normdur.

Bir ülkede düşüncelerin yargılanması özgürlük meselesidir.
Ve bu mesele, yalnızca bir kişinin değil, bütün toplumun geleceğini belirler.

Gazeteciler halk için vardır. Gazeteci yalnızca haber veren değil; halkın hakkını savunan, yolsuzluğu ifşa eden, hakikatsizliği görünür kılan kişidir. O yüzden gazeteci, halkın gözüdür, kulağıdır, belleğidir. Ve tam da bu yüzden her otoriter rejim önce gazeteciden korkar.

Susmayanlar mı tehlikeli, susturanlar mı?

Bugünün Türkiye’sinde bu sorunun cevabını aramak, yalnızca bir düşünsel egzersiz değil; aynı zamanda bir vicdan muhasebesidir. Çünkü gerçeği dile getiren gazeteciler “tehlikeli” ilan ediliyor, onları susturanlar ise “güvenlik” adı altında kutsanıyor. Oysa asıl tehlike, halkın haber alma hakkını ortadan kaldıran karanlıktır. Asıl tehdit, kalemi kırmak isteyenin, hukuku da bükmesidir. Susmayanlar, bir halkın onurunu taşır; susturanlarsa o halkı sessizliğe mahkûm eder.

Bugün gazetecilerin susturulmasında kullanılan araçlar artık sadece fiziki değil; dijital sansür, sosyal medya yasaları, Basın Kanunu'na eklenen belirsiz tanımlar ve "halkı yanıltma suçu" gibi muğlak kavramlar ile her kelime potansiyel bir suç unsuru haline getiriliyor. Sistem, gerçeği değil, rejimi korumaya kodlanmış durumda.

SARAY DİLİ VE EDEBİYATI

Bugün Türkiye’de bir başka dil inşa ediliyor: Saray Dili ve Edebiyatı. Bu dilde “gazeteci” demek hain, “eleştiri” demek saldırı, “halkın çıkarı” demek milli güvenlik tehdidi anlamına geliyor. Gerçeği yazanlar değil, gerçeği eğip bükenler ödüllendiriliyor. Bu dil, sadece televizyon ekranlarını değil; mahkeme salonlarını, müfredatları, sosyal medyayı da ele geçirmiş durumda. Gerçekler susturuluyor, propaganda ödüllendiriliyor. Ve biz bu dile susarak ortak oluyoruz.

Bu dilin en açık örneklerinden biri, Cumhurbaşkanı Danışmanı Oktay Saral’ın gazeteci Fatih Altaylı’ya yönelik “Suyun ısınıyor” tehdididir. Bu tehdit sadece Altaylı’ya değil, halkın eleştiri hakkınadır.

Oktay Saral, saray edebiyatının tüm kibriyle konuşmuştur. Mafyatik imalarla süslenmiş bu cümle, hukukun değil; korkunun, tahakkümün ve hesaplaşmanın dilidir. Devlet aklıyla değil, hanedan sadakatiyle yazılmıştır.

Aynı kişinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir görselinin altına yazdığı “Sultanım yürüyeceksin, ümmet yürüyecek ardından” sözleri ise artık gazetecilerin değil, padişahların konuştuğu bir rejim tahayyülünü gözler önüne seriyor. Bu söylem, anayasal bir cumhuriyetin değil; biat kültürünün, kulluğun ve saray zihniyetinin dilidir. Gazetecinin gözaltında olduğu, bir devlet yetkilisinin ise “ümmetin peşinden yürümesi” çağrısı yaptığı yerde demokrasi değil, tek sesli bir saltanat vardır. Ve bu saltanat, hakikatten değil, korkudan beslenir.

Gerçekten korkan iktidar, halktan korkuyordur!

Şimdi bir ülke düşünün: Politikacılar gazetecilerden korkuyor. Çünkü ne yaptılarsa ortaya çıkarılabilir. Ne söyledilerse yazılabilir. Ne sakladılarsa ifşa edilebilir. Bu korku, demokrasinin belirtisidir. Çünkü güçlü olan sorgulanır, hesap verir. Bu korku, halkın yararınadır.

Şimdi bir başka ülke düşünün: Gazeteciler politikacılardan korkuyor. Yazdıkları için gözaltına alınıyorlar. Soru sordukları için tutuklanıyorlar. Televizyonları kapatılıyor, köşe yazıları sansürleniyor. Bu korku, otoriterliğin belirtisidir. Çünkü güçlü olan değil, güçsüz olan susturulur. Bu korku, halkın aleyhinedir.

Oysa gazeteciler yalnız bırakıldığında, sıradaki susturulacak olan halkın kendisidir. Çünkü sansür, önce muhalifi yutar, sonra sessizi. Sonunda hepimiz karanlıkta eşitleniriz.

Gazeteciler susarsa, önce hakikat hayalete bürünür, sonra adalet yok olur. Sonra hukuk. Sonra hak. En sonunda da halk.


Yıllardır hedef gösterilen, davalarla süründürülen, hapisle terbiye edilmeye çalışılan Can Dündar, Sedef Kabaş, Merdan Yanardağ, Barış Pehlivan, Ayşenur Arslan.. Asıl mesele, onların susturulmasıyla birlikte toplumun tamamının sindirilmesi.

Bu isimlerin hedef alınması rastlantı değil, bilinçli bir stratejidir. Eleştirel gazetecilik yapan her bir kişi, iktidarın mutlaklık iddiasına çentik atan bir tehdittir. Bu yüzden gazeteciye dava açmak, sadece ona değil; onun yazılarını okuyan milyonlara da gözdağı vermektir. Her tutuklama, “siz de susun” çağrısıdır. Her sansür, halkın belleğini silme girişimidir.

Ve asıl tehlikeli olan da budur: Susturulan yalnızca bireyler değil; toplumsal muhalefetin dili, belleği ve cesaretidir. Bugün gazeteciler susturuluyorsa, yarın öğretmenler, ertesi gün sanatçılar, sonra da sıradan yurttaşlar hedef olacaktır. Çünkü otoriterlik, daima sınırlarını genişletmek ister. Basın özgürlüğü bu yüzden sadece gazetecilerin meselesi değil; her yurttaşın nefes alma hakkıdır.

Dolayısıyla mesele kişisel değil, sınıfsaldır; yapısal ve politik bir düzendir. Eleştirenin değil, övenin makbul sayıldığı bir medya düzenidir. Bu düzene boyun eğmek, gerçeği unutmaktır. Gerçeği unutmaksa, iktidarın diliyle yaşamayı kanıksamaktır.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış