Neoliberal iktisat düşüncesinin ilk temelleri, piyasa ekonomisi değerlerini kısaca şöyle tanımlıyor: Birey ve toplum, para birikimi ve zenginliği için çabalayan doğal varlıklardır. Mal-mülk edinme insanın doğasında vardır. Özetle, insanların para kazanma susuzluğu içlerinden gelir! Suyun paraya dönüşüm yolculuğu işte böyle başlıyor.
Kapitalizmin "siyasal dükkanının" her rafında satılmaya hazır, müşterisini bekleyen binlerce mal mevcut. Hayati önemde olup da satışa sunulan birinci ürün kuşkusuz ki "su"dur.
"Hava" şu an satılmıyor ama bu gidişle o da raflardaki yerini kısa zaman sonra alacaktır!
Neoliberal sermayenin doğal kaynaklardan rant elde etme üzerine inşa ettiği dükkanında su bir metadır, damacana ya da pet şişede satılmaktadır.
Satıcı için suyun kalitesini belirleyen unsurların (ph değerinin, cam şişede satışının, güneş altında bekletilmemesinin, damacanaların temizliğinin, içinde gerçekten doğal içme suyunun bulunmasının vd.) pek bir önemi yok.
"Sudan ucuz" deyimi yerini pahalı suya bırakmış durumda. Böylece "sudan bahanelerle" değil, gerçekten sudan para kazanma dönemi başlamıştır.
Bir yanda seller öte yanda kurak yerler. Bu büyük tezat sistemin katilleşmesinin ürünüdür. Katil ekonomi dünyayı fosil yakıtlar başta olmak üzere diğer suç aletleriyle ısıtırken iklimi değiştiriyor.
Yağışlar azalıyor ya da gereğinden fazla artıyor. Mevsimler yer değiştiriyor, bahar aylarının boyu kısalıyor. Kardan adamın efsaneye dönüştüğü günümüz koşullarında yeraltı suları beslenemiyor ve gün geçtikçe azalıyor.
İşte bu vahim tablo altındaki korkunç istatistiklere birlikte göz atalım.
Dünyadaki suyun %3'ü içme suyu ve bu % 3'ün %30'una ulaşılabiliyor. Özetle dünyadaki toplam suyun sadece % 1'i erişilebilir temiz içme suyu.
"Katil ekonomi dünyayı fosil yakıtlar başta olmak üzere diğer suç aletleriyle ısıtırken iklimi değiştiriyor"
Dünya nüfusu 3 kat artarken su gereksinimi 7 kat artmakta. Yaklaşık 1 milyar insan sağlıklı içme suyuna ulaşamıyor. 2 milyar insan da temizlik için su bulamıyor. Kısacası; Afrika ve Asya'daki ülke insanları dükkanda satılan suya pencereden bakarken, dükkan sahibi ülkeler bakın suyu nasıl heba ediyor.
Hamburger üretimi için 4,5l l, otomobil üretimi için 7600 ton, kutu konserve üretmek için 35 l, 500 gr plastik madde üretmek için 95 l suyu rahatça harcayabiliyorlar. Böylece dükkanlarını, satılmak üzere bekleyen binlerce gereksiz malzeme ile doldurabiliyorlar.
Dünyada kişi başına düşen ortalama su miktarı (tüm ihtiyaçlar için) günlük 150 litre civarında. Fakat bu oran; nüfus ÷ toplam temiz su miktarı hesaplandığında 100 litrenin altına iniyor. Afrika'da kişi başı 20 litre civarı bile değil.
Kişi başına tüketilemeyen su miktarındaki derin tablo böyle giderse, 2050 de Dünya nüfusunun %40'ının su sıkıntısı çekeceğini söylenmekte.
"Dünyada kişi başına düşen ortalama su miktarı (tüm ihtiyaçlar için) günlük 150 litre civarında"
Yaşanan su sıkıntısı beraberinde hastalık ve ölümleri de getiriyor. Bu yıl suya bağlı hastalıklardan (ishal, tifo, kolera, bağırsak paraziti) ölen insan sayısı 786 bin kişi. Bu ölümlerin %75'i çocuk ölümleri. Yani söylendiğinin tam tersi yaşanmakta: Söz büyüğün ama su küçüğün değil!
Neoliberal politikaların yarattığı "Covid-19" sürecinde hijyenin en önemli kısmını temizlik (el yıkamak) oluşturmakta. Günde ortalama 15 kez elimizi yıkamamız öneriliyor. Her yıkama 30 saniye sürerse bu toplam 7,5 dakika demektir. Yani ortalama 65-70 litre suya gereksinim var.
Günde ortalama 2 litre su içilirse, 4 kişilik ailede 8 litre su demektir. Bu da yaklaşık 2 damacana su anlamına gelir. Kaba hesapla ayda 150 TL içme suyuna harcanır. Buna bir de belediyeye ödenen faturayı eklersek toplam 300 TL su parası cebimizden çıkar. Asgari ücretin %12'sine denk gelen bu miktar durumu özetlemeye yetiyor.
Suyun yaşam hakkı olması sadece insanlar için geçerli değildir. İnsan dışında dünyanın asıl sahipleri olan hayvanlar ve bitkiler de insan marifetiyle gerçekleşen bu susuz yaşamdan nasiplerini almakta.
Son 50 yılda Türkiye'de 11.350 kilometre karelik sulak alan yok oldu. Bu tabloyu biraz daha büyütürsek; son 125 yılda yeryüzündeki sulak alanların %50'si kaybedilmiş durumda.
"Bu yıl suya bağlı hastalıklardan (ishal, tifo, kolera, bağırsak paraziti) ölen insan sayısı 786 bin kişi. Bu ölümlerin %75'i çocuk ölümleri. Yani söylendiğinin tam tersi yaşanmakta: Söz büyüğün ama su küçüğün değil!"
Türkiye'de son 60 yılda 70'e yakın göl kurudu. Dünyada son 50 yılda tatlı suda yaşayan türlerin %40'ı yok oldu. Nehirdeki ve göllerdeki türlerin kuraklık dışında bir diğer yok olma sebebi de atık kimyasallardır. Bu vahşet sonunda, "sudan çıkmış balığa" artık rastlanmıyor.
Kapitalizm büyürken, kendi dışındaki her şeyi küçültür. Nehirlerin önce küçülüp sonra susuzluktan kuruduğu günümüzde Heraklitos bir kez daha haklı çıkmakta.
Bu büyüme isteğinin diğer kirli yüzü de ambalajlanmış su pazarıdır. Türkiye'de bugün 300'den fazla damacana, 100'den fazla pet şişe üreticisi şirket var. Türkiye'nin rezerv tatlı su miktarı ile satılan damacana/pet şişe miktarı arasında ciddi farklar var. Hal böyle olunca, satılan suyun uzaktaki dağın doruğundan değil de yanı başımızdaki çeşmeden doldurulup çeşitli katkı maddeleriyle birlikte satıldığı kuşku götürmüyor.
Binlerce yıl önce formüle edilen toprak-su-hava üçgeni yaşamın ana hammaddesini oluşturmaktadır. Önce toprak vasfını yitirip yok edildi, sırada su vardı onun da son yılları. Şimdi sıra havada. Bu gidişle o da toprak ve suyun uğradığı akıbetten kurtulamayacak.
'Su yüzüne çıkmış' bu gerçekler karşısında, 'suya sabuna dokunmadan' durmak mümkün değildir. 'Suyu ısınan' bu sisteme karşı sözümüzü yükselterek savunuyoruz:
SU HAKKI YAŞAM HAKKIDIR!
Yorumlar (0)