Ne çok yakın olmaya cesaret edebileceğim, ne de kendimden uzak olduğunu ve araya bir mesafe koymak gerektiğini düşündüğüm bir insan. Bir çeşit erişilemezlik özellikleri taşıyan, ama durduğu yeri de, çevresindeki herkes için çok eşitlikçi ve demokratik olarak tanımlamayı doğallıkla sağlayabilen biri.
Bu duyguyu belki en çok, daha sonra Mehmet’in arkadaşı olmuş eski öğrencileri hissetmişlerdir. Ben Mehmet’i daha çok, mimarlık ikinci sınıf öğrencisiyken tanıdım. O zaman Mehmet 4. sınıftaydı. Bu sınıf farkı, stüdyolu eğitimler için, az bir fark değildir. Bu nedenle aşağıdan doğru baktığımızda, bu tür arkadaşlıklarda, hem olmak istediğiniz öğrenciyi, hem erişilemezlikleri, hem de bu yakınlıktan doğan tatminleri birlikte duyumsarsınız. Mehmet, benim için böyle, erişilemez ama harika bir insan örneği gibi duruyordu önümde. Başka mimarlık öğrencileri de vardı, bu tür “erişilemezlik” duygusuyla baktığım, ama Mehmet’in, sanki insana biraz daha umut veren ve saygılı davranan bir özelliği daha vardı.
Sonra uzunca yıllar hiç bir yakın ilişkimiz olmadı. Ama İngiltere’den döndükten sonra, ODTÜ’deki o korkunç karışık ama bir o kadar da direncin pekişmesiyle oluşan o kıvamlı dostluk ve dayanışma zamanlarında, yeniden karşılaşma fırsatlarımız oldu. Bunlar çok uzak karşılaşmalardı gerçekte, ama Mehmet’in düşüncemdeki yeri giderek yakınlaşmaya başlamış, bir çeşit “yol arkadaşlığı” anlayışına dönüşmüştü. Benim Mimarlar Odası Yayın Sekreterliği yaptığım yıllarda Mehmet’le daha çok karşılaşıyorduk. Mehmet de yayın kurulundaydı sanırım. Sonra, ODTÜ’den uzaklaştırıldığı dönemde, 1979 yılında, Mehmet’in “Almaşık Yeniden Üretim Süreçleri için Konut Alanları” adlı çalışmasını kitap olarak yayınladık. Bu kitap, o zaman için zor ve okuması kolay olmayan bir kitaptı. O zamana kadar Türkiye’de sadece konutu konu alan (benim bilebildiğim) o kadar az kitap vardı ki. Bu önemli bir kitaptı.
Ek bölümlerinden birinin başlığının “Konut Sorunu İle İlgili Bir Görüş ve Anarşizm” başlığını taşıyor olması, bana özellikle çekici geliyordu. Bu başlığı cesur, yenilikçi ve ilginç buluyordum. Ama kitabın bütünü de öyleydi. Kitaba şimdi baktığımda bile (aradan 35 yıl geçmiş), kitabın aşılmış ve eskimiş olmadığını düşünüyorum. Özgün bakış açısı, arayışının özü, tazeliğini koruyor bence. Hatta belki bunca TOKİ evi ve müteahhit sitesi (kentsel geliştirme projesi/ “gated communities” vb.) sonrasında, bu kitap daha da ilham verici olabilir. Güvenpark’ın otopark olmasının engellenişi Türkiye’deki kentsel mücadeleler tarihinde bir ilk ve belki hala da biricik olma özelliğini koruyor. Mehmet’le asıl birlikte çalıştığımız ve ürettiğimiz dönem, daha sonra, Ankara’da bir avuç insan, Güvenpark’ın otopark olmasını önlemek için bir araya geldiğimizde ve 12 Eylül sonrasının ilk “cansiperane” kentsel mücadelesini vermeye çalıştığımız sırada oldu. Güvenpark direnişçileri, tamamen “ad-hock” denilebilecek tarzda, kendiliğinden ve yerinde/sokakta oluşmuş bir direniş grubuydu.
Her yaştan, her türden insan, 12 Eylülün ağır suskunluk kurşun perdesini delmek ve nefes alabilecek, söz söyleyebilecek bir gedik oluşturabilmek için çabalarken, rastlantısal olarak bir araya gelmişti. Benim için Güvenpark mücadelesi, inanılmaz derecede doğurgan, öğretici ve yenilikçi bir mücadele alanı olarak gelişti ve birlikte olduğum insanların hepsi, bir kenti ve insanlarını bilebilme kapasiteme inanılmaz derecede katkıda bulundu. Mehmet de, katkıda bulunanlardan biriydi ve belki de, en önemli olanlarından biriydi. Bu mücadeleyi bir sokak mücadelesi ve dolayısıyla herkesin yapabileceği bir kentsel mücadele olarak düşündüğümüzden, mahkeme (Danıştay) aşamasında hem bütün mahkeme masraflarımızı sokakta Güvenpark rozeti satarak kazandık, hem de avukat, ya da hukukçu kullanmaksızın davayı kendimiz savunduk. Mahkemede, belediye onlarca avukat tarafından temsil ediliyordu. Onların karşısında ise sadece biz, (Mehmet Adam, Aydan Bulca ve ben) vardık.
İnanılmaz ve şaşırtıcı, o zaman kadar görülmemiş bir savunma yaptık. Aydan, Güvenpark yerine otopark yapılmasın planlama açısından, ben ulaşım sorunu açısından ne tür sakıncaları olabileceğini anlattık. Mehmet ise, kentin belleği ve kentte sahip olduğumuz anılarımızı kaybetmenin ne anlama gelebileceği üzerinde durdu. Oradaki çocuk parkında kısa pantolonla oynadığını anlattı. Bunlar gerçekten, belki hiçbir Danıştay duruşmasında söylenmiş sözler değildi. Bizler hukuki hiçbir şey söylemedik. Belediye avukatları birçok sayı ve yasa maddesi sıraladılar. Bu ortamda zayıf kaldığımızı zannediyorduk. Ama sonuç olarak davayı biz kazandık. Bu Türkiye’deki kentsel mücadeleler tarihinde bir ilkti ve belki hala da biricik olma özelliğini koruyordur. Güvenpark’ın otopark olmasını rozet satarak, Danıştay’a avukatsız meydan okuyup kazanan az sayıda insan arasındaydı.
Daha sonra Mehmet, Aydan Bulca ve Güvenpark direnişinde doğan/ gelişen Çevre Duyarlığı Grubu ile birlikte, kent için daha kapsamlı bir ekolojik mücadele programı hazırlamaya giriştik. Belediye seçimleri yakındı ve Ankaralı hemşeriler için, oylarını neleri düşünerek ve neleri isteyerek kullanabilecekleri konularında yardımcı olmak amacıyla bir broşür hazırlamaya karar verdik. Sanıyorum Mehmet o sıralarda TUBİTAK’ta çalışıyordu. Broşür çalışmasında esas üs, Mehmet’le Emine’nin eviydi. Çok ilginç bir çalışma yöntemimiz vardı: Bu gruptaki ya da çevredeki herkes, kentle ilgili olarak gördüğü her sorunu, ya da öneri veya düşüncesini, hatta yaşarken bulunmuş ve kullanılan yerel çözümlerle ilgili gözlemlerini, kent içinde gezerken rastladıkça, bir küçük kağıt parçasına (gerçekten küçük, bazıları kibrit kutusu kadar küçük kağıtlardı) yazıyordu. Bu kağıt parçaları Mehmet’in evinde toplanıyordu. Herkes inanılmaz bir iştahla, birçok örüntü topladı kentten. Sonra Mehmetlerin evinde oturup, bunca öneriyi nasıl biraya getireceğimizi ve formatlayacağımızı tartışmaya başladık. Bu parça parça önerileri yine parça parça ve buna uygun bir formatta sunmaya karar verdik. Metnin editörlüğünü Mehmet yapıyordu
. Mehmet’le Emine’nin oğlu Ozan, sanıyorum o zaman ilkokuldaydı, o da bu metinler için resimler, vinyetler çiziyordu. Bu da ilginç bir broşür oldu, ama etkisi ne oldu, bilmiyorum. Belki yaptığımız her şey gibi, onunda ya hiç etkisi olmamıştır, ya da çok marjinaldir. Kentin belleği ve kentte sahip olduğumuz anılarımızı kaybetmenin ne anlama geldiğini biliyordu. Bu çalışmadan sonra, Mehmet’le bir daha sıkı bir çalışma ortamı içinde beraber olmadık. Ama zaman zaman karşılaştık ve hep bir şeyler yapmayı konuştuk durduk. Epey bir zaman geçti aradan ve bu zamanı keşke daha çok işi birlikte kotarmak için kullanabilseymişiz diye düşünüyorum. Sonra Kıbrıs’a gitti. Oradan uzun uzun (belki saatler süren) telefon konuşmaları yapıyorduk.
Arkadaşlığımız bunca geliştikten ve pozisyonlarımız neredeyse bu kadar eşitlendikten sonra bile, Mehmet’in çok tekil, çok kendisine özgü olduğunu bildiğim için, onun erişilmez olduğunu hala düşünüyorum. Mehmet, beni kendi düşüncemde inşa eden ve geliştiren, bazen onaran ve özgürleştiren bir varlık olarak bulundu her zaman. Onun varlığı, ne olunabileceği hakkında hep bir esin kaynağı olarak değerini korudu ve bugün de aynı biçimde koruyor. Dolayısıyla diyorum ki, henüz Mehmet Adam’a veda etmeyeceğiz. Yapabileceğimiz şeyler var…
Yorumlar (0)