Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ankara’nın Martıları

Ankara’da az ama yine de fark edilebilir sayıda bir martı nüfusu olduğu söylenir. Martıların Ankara’ya nasıl geldiğini öğrenmeye çalıştığınızda da Ankara’ya Samsun’dan ya da İstanbul’dan kamyonlarla gelen balıkları takip eden martı sürülerinin hikayesini duyarsınız.

Ankara’nın Martıları

Tüm yolu kamyon kasalarında istiflenmiş balıkları alma çabasıyla geçiren martılar Ankara’ya geldiklerinde hayatta kalabilmek için kendilerine yer ararlar. Bu yerlerden biri bir zamanlar Mamak’taki çöplüktü.

Günümüzde ise Yenimahalle, Ulus ve Kızılay’daki balık tezgahlarının, hallerinin ve çöplüklerin içinde kıyısında tepesinde geziniyorlar. Denizi olmayan çöplüğün içinde gün geçtikçe kararan martılar sonunda iri bir kargaya benzer görüntüleriyle Ankaralı oluyorlar. Ankara’da çöpün içinde martıların hali her ne kadar bir “düşmüşlük” çağrıştırsa da, başka bir göç yoluyla gelen ya da çöpte doğan kargalar, serçeler, kediler, köpekler ve diğer envai çeşit canlı içinse bir “düşmüşlük” halinden bahsetmeyiz.

 Onların çöpteki uğraşlarının, bizi bir martının uğraşı kadar hüzünlendirmeyeceği açıktır. Elias Cannetti, hayvanlara dair bir betimlemesinde şöyle bir varsayım ortaya atar: “Bir hayvana 30 saniyeden fazla baktığımızda ona dair insani tarifler yaratmaya başlarız.” Aslında bu tarifler daha çok bizimle ilgilidir. Bir akvaryum balığının fanusun içinde dolaşması  “yerini sevdi / sevmedi / yanına birini arıyor / tek başına daha mutlu” gibi çoğunlukla balığa bakan kişinin ruh halini özetleyen şekillerde tarif edilir. Balık, balık olmaktan çok bizim ruh halimizin ya da dünya görüşümüzün bir simgesi olur. Hayvanların insanlarla olan mecburi ilişkisi kendi artığımıza bakarken aklımızda bir yerlerde gizli saklı kalan sınıfsal ayrım ve hiyerarşide şekillenir. Bu nedenle çöpün içindeki martı ile karga arasındaki ayrımı biz kendi sınıfsal hiyerarşimizle ya da beğenilerimizle yaratırız.

Beyaz’ın “temizliği”, siyahın “kirliliği”, alt metinlerde  yaratılan ayrımlarda ortaya çıkar. Martıya üzülürken kargaya karşı kayıtsız kalışımızda bilgiden çok kanaatler etkin olur. Kargayı da martıyı da aynı çöpe sokan sistemi insanların yarattığı bilgisini bulandıran bu kanaatler, beğenilerin bilgiye dönüştüğü bir alanda kurgulanmış şık “gerçekler”, bizim kendi “insan” gerçeğimize dönüşür. İnsan, doğası gereği doğayı işgal ederken kendisini diğer canlılardan üstün zanneder ve bunu da, düşünerek ürettiğini idda eder.

 Oysa insan, doğanın bakışına göre sadece dönüştürülmesi çok zor artıklar üreten ve toprağı, suyu, havayı kocaman sürülerle işgal eden, bozan, önce diğer canlıları, sonra da kendi cinsinden olanları yerinden eden, bu nedenle kendisi için tehlikeli bir canlıdır. Her gün binlerce ton artığın üretildiği Ankara’da ve diğer şehirlerde, sayısını bilemeyeceğimiz çoklukta insan geçimini artıkları toplayarak sağlıyor.

Bu artık yığınının içinde martılarla kargalar arasında ayrım yapmamak için önce “kararmak” ya da vicdani/kitabi tanımlamalarımıza uygun “martılar” aramaktan uzak durmak gerekiyor.  İnsan doğasını anlamanın binlerce yolu varsa ve bu yollardan biri de, görünürde düzenli, ama görünmeyen yerlerinde binlerce canlının hayatta kalma kavgası verdiği Ankara artığının içinde kalmaksa, öncelikle insan olmakla ve şehir hayatının bize sağladığı statüler, kimlikler ve değer yargılarıyla hesaplaşmak gerekiyor.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış