Orta Yaylada, sekiz yönden gelen yollarının kesiştiği yerde dünyaya gelmişti. Adını Ankuva diye üflemişlerdi kulağına, ‘ Büyüyünce buraların kontrol kenti olacaksın sen!’ demişlerdi ona. Bizans’a başkentlik edecek olan Kostantiniye bile daha ana rahmine düşmemişti o zamanlar.
Kayaların tepesinde oturuyordu Angora Kalesi. Eteklerinden Hatip Çayı akıyordu. Yaz kış hiç kurumadan, dört mevsimin dördünde de şırıl şırıldı. Gün gelecek gezginler ona Asya’nın en muazzam kalesidir diyeceklerdi. Dört mevsim hiç kurumayan üç dereden ikincisi İncesu, üçüncüsü Çubuk çayıydı. Ovalar bereketli, tepeler ormanlıktı o zamanlar. Batı’nın saldırgan sarı benizlisi Sakarya suyunda boğuluyor, Doğu’nun kara yağız yağmacısı Kızılırmak seline kapılıyordu. Hendekleri geçip surlara tırmanmaya kalkışanın vay halineydi ki, tırmanan savaşçıya kale burçlarından kızgın yağlar dökülürdü.
Kentlerin ayrıntısını, semtlerin imgelerini, mahallerin resmini hep yürüyerek bulurdu gezginler. Mart ayında gelmişti Evliya Çelebi ilk kez Ankara’ya. Kenti kucaklayan üçüncü surun çevresini dolaştıktan sonra kalemini alıp açtığı Seyahatname‘sine, “Beş bin yiğit adımıdır Angora’nın çevresi,” diye yazmıştı.
Yangınlarla kıtlıklar gibi veba salgınıyla çekirge istilası da görmüştü bu kent. Celali isyancılar sur kapılarına dayanınca kenti çevreleyen iki sağlam sur yetmez olmuştu artık. Celaliler dışarıdayken, İçkale’ye sıkışan kent halkı korkuyla beklemişti içeride. Müritleri ile bir olmuştu Uzun Mehmet, dağları mesken tutmuştu kendine. Can ile mala kastediyor, yol kesip kervan soyuyordu. İşte bu can korkusuyla hızlanmıştı, kenti üçüncü kez sarıp sarmalayacak olan sağlam surun yapımı. Sonunda acele tamamlandı bu üçüncü sur. Erzurum kapı, Çankırı kapı, İzmir kapı ile İstanbul kapı gibi sekiz kapısı olan Ankara artık o kapılar sayesinde dünyaya açılıyor o kapılar sayesinde Anadolu’ya bağlanıyordu.
Fakat zaman dediğimiz şey bir acele hastalığına tutulmuştu ki çarçabuk geliyor, çarçabuk geçip gidiyordu. Aralık 1892’de kente tren ve tren yolu gelince işte o zaman bu kapıların pabucu dama atılmıştı. Artık Angora’yı dünyaya, içinden deve kervanları çıkan sur kapıları değil tren katarları bağlayacaktı. Sadece tiftik keçisinden elde edilen iplikleri değil sof kumaşları da o vagonlar taşınacaktı artık.
Osmanlı’nın mülkü olan Anadolu’ya tren yollarıyla gar binalarını Almanlar inşa ediyordu. Çünkü çok gecikmişti Almanya sömürgecilikte. Öteki emperyalist ülkelerin gerisine düşmüştü. Fakat Almanya bu geri kalmışlığını, kendisini Suriye ve İran'a bağlayacak olan Berlin-Bağdat demiryolu hattıyla giderecekti. Bağdat’a ulaşınca da oradan Hindistan ülkesine sıçrayacaktı.
Kentin istasyona en yakın yeriydi şimdiki Ulus bölgesiydi, baştanbaşa mezarlıktı buralar. Trenin gelmesiyle birlikte konaklama gereksinimi de doğmuştu haliyle. Bu yüzden Taşhan inşa edildi. “Taşhan Meydanı” adında yeni bir meydana kavuşmuştu artık kent. İleride “Ulus Meydanı” adını alacaktı bu alan. Almanların inşa ettiği Gar binası ise 1935’te yıkılıp yerine yenisi yapılacaktı. Trenin buraya kadar ulaşmış olması ve daha ileri gidememesi Ankara’nın milli mücadelenin merkezi olması yanında başkent seçilmesinde de önemli bir etken olacaktı.
Osmanlı’nın en önemli üç gelirinden birincisiydi Bursa ipeği. Sonra İstanbul gümrük vergisi gelirdi. Üçüncüsü ise Ankara yöresindeki tiftik keçisi yününden elde edilen iplik ve sof kumaşıydı. Dünyada hüküm süren imparatorların hemen hepsinin üzerinde taşıdığı giysiler Angora’da üretilen bu sof kumaşından dikiliyordu.
Ankara Roma egemenliğine geçmeden önce- bugünkü İç Anadolu sınırlarına oturan- Galatya İmparatorluğunun başkentiydi. Başkent halkı, bugün üzerinde Hacıbayram camisi olan alandaki tapınakta, Anadolu’nun ana tanrıçası Kibele ile Ay Tanrısı Men’e tapıyordu. Pagan döneminden Hıristiyanlığa, Hıristiyanlıktan İslamlığa kadar öteden beri daima kutsal bir alandı bu höyük.
Romalılardan önce sırasıyla Hitit, Frig, Lidya, Pers, Makedon, Selefki, Galat ve Bergama krallıklarının egemenliğinde kalan Ankara bu uzun tarihinde, Ankuva, Ankir, Anküra, Ankyra, Ankora, Angora, Engüriye, Engürü, Beldei-el- Selasil, İmariye, Amudiye ve Kala-i Selasil gibi isimler almıştı.
Ankara’nın başkent seçilmesinde ikinci bir önemli faktör daha vardı; Hükümet Meydanına yakın bir konakta faaliyet gösteren telgrafhane çok faaldi. O günün telgrafı bugünün interneti demekti. Bu iki katlı telgrafhane binası aynı zamanda şimdiki Hukuk Fakültesinin temeli olan “Ankara Adliye Hukuk Mektebi” nin de ilk binası olacaktı.

Ankara’nın başkent seçilmesindeki en önemli etkenlerden bir başkası da Karadeniz’e yakın olmasıydı. Bugün üzerinden otomobillerin geçtiği ve evvelce yeraltına gömülmüş çok sayıda deresi vardır Ankara’nın. Kavaklıdere, Cevizlidere, Bademlidere, Kirazlıdere, Dikmenderesi, Bülbülderesi, İncesu gibi sayısı 120’yi geçen derelerin hepsi de Ankara Çayında toplanır, oradan Sakarya nehri yoluyla Karadeniz’e ulaşırlar. Ankara dereleri kendisine en yakın Karadeniz’e ulaşmaya çalışırken kardeş Sovyetler Birliği’nin yardımları da Karadeniz üzerinden Ankara’ya ulaşmıştı zamanında. Denizden gelen silah ve diğer yardımlar önce İnebolu limanına getirilmiş oradan Kastamonu- Çankırı üzerinden Ankara’ya ulaştırılmıştı. Milli Mücadeleye katılmak isteyen birçok yazar, şair ve aydın da, İstanbul’dan Ankara’ya gelirken tıpkı Nazım Hikmet ve Vala Nurettin gibi kara yolunu değil denizyolunu tercih etmişler, İnebolu’da karaya çıkıp oradan başlayarak Ankara’ya doğru günlerce yürümüşlerdi.
Ankara’nın başkent seçilmesindeki faktörlerden beşincisi ise burada- halkın Sarıkışla dediği- büyük bir askeri birliğin bulunmasıydı. Duvarlarının renginden dolayı bu adı vermişti halk ona.
Osmanlı’nın Avrupa’daki toprakları 1829’dan başlayarak bir bir kaybedilince başkent İstanbul adeta bir sınır kenti haline gelmiş ve kendini hayli korunaksız hissetmişti.
Başkentin İstanbul’dan daha iç kısımlara, Anadolu kentlerinden birine taşınması fikri ise çok daha öncelere dayanıyordu. Birinci Dünya Savaşında müttefik Almanya’nın üst düzey komutanlarından biri bu konuda öneride bulunarak, “Başkentinizi Anadolu’da bir yere, örneğin Antep’e taşıyınız” demişti. Ve tabi bu öneri yapıldığında Suriye ve civarı daha kaybedilmemişti.
Anadolu’nun çok uzun tarihinde Ankara kentinin Sakarya ve Kızılırmak gibi İç Anadolu’nun çok önemli iki nehri arasında kalması tarihte onu büyük saldırılardan korumuş, bu iki nehir adeta birer doğal set görevi yapmıştı ona. Bu durum, eski dönemlerde- ele geçirilmesi zor olan sarp kalesi ile birlikte- kentin konumuna çok daha önem kazandırmıştı. Kimilerine göre Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları Ankara’yı başkent olarak seçerken onun bu özelliğini de dikkate almışlardır.
İşte bütün bu sebepler, Ankara’yı diğer başkent adayları sayılan Konya, Kayseri, Eskişehir ve Sivas’ın önüne geçirmiştir. Ancak bugün ne Milli mücadelede gelenlerin kaldığı bağ evleri kalmıştır ne de Evliya Çelebi’nin ağırlandığı Hacettepe konakları ayaktadır. Üzüm bağları önce yatay gecekondu alanlarına dönüşmüşler, sonra o gecekondular imar kanunu gereğince ayağa kaldırılıp dikey hale getirilmişlerdir.
Eskiden Ankara’nın çoğu çatısında leylek yuvaları vardı. O yuvalar ve içindeki leylekler yüzyıllardır kentin bir parçasıydılar. Hem üremeleri hem de göç etmeleri için gerekli olan- balık, kurbağa, yılan, yengeç ya da fareleri-bulmak için, eskiden yuvaları etrafındaki 500 metrelik alanı kullanırdı leylekler. Yapılaşmayla birlikte gitgide uzaklaştı o beslenme alanları onlardan ve sonunda yok oldular. Başkent hızla genişlemiş ama leyleklerin beslenme alanları daralmıştı. Onlar da bırakıp gittiler zaten bir zamanlar sulak olup bugün gittikçe çoraklaşan Orta yaylanın bu kurak kentini...
Yorumlar (0)