Devlet Bahçeli’nin çağrısı ile başlayan, Abdullah Öcalan’ın silah bırakma ve fesih çağrısı sonrasında PKK’nin bu adımları gerçekleştirmesi ile doruğa ulaşan süreç TBMM’nde kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun çalışmaları ile devam ediyor.
Kökten faşist siyasal oluşumlar dışında sürece doğrudan itiraz eden siyasal parti veya grup görülmese de “Barış iyi ama…” diye başlayan cümleler farklı gerekçelerle karşı çıkışların utangaç ifadeleri olarak sıkça dillendiriliyor.
Milliyetçi çevrelerden gelen itirazlar esas olarak “terör örgütü” ile müzakere yapılmaması üzerine yoğunlaşırken sol kanattan yükselen itirazlar tek adam rejimi ile görüşme yapılmasına yönelik oluyor. Baş çelişkinin tek adam rejimi olduğuna ve bütün yığınağın bu rejimden kurtulmaya yönelik olarak yapılmasının zorunluluğuna işaret ediliyor.
Diğer yandan süreci desteklediğini belirten kimi kesimler de ise demokratikleşmeyle ilgili bütün sorunların bu süreçte çözüleceği beklentisi dile getiriliyor. Bu nedenle Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu çalışmalarına büyük bir önem yükleniyor ve farklı taleplerin çözüm adresi olarak görülüyor.
Süreçle ilgili bir diğer değerlendirme ise DEM Parti ve CHP’nin tutumuna ilişkin olarak yapılıyor. Müzakereye karşı çıkan sol çevrelerin önemli bir bölümü müzakerenin mücadeleyi engelleyeceği ve bu nedenle barış sürecinin doğru olmadığını ifade ediyorlar. Karşıtından, yani “müzakere yapılırken mücadele edilmez” düşüncesinden beslenen bu anlayış, özellikle DEM Parti’nin toplumsal muhalefet dışına düşeceğini, hatta AKP ile ittifak yaparak Recep Tayyip Erdoğan’ın tekrar seçilmesini sağlayacağını yüksek sesle dillendiriyor.
Bütün bu tartışmalarda doğru yanlar olmakla beraber eksiklikler çok fazla ve bu nedenle kaçınılmaz olarak önemli yanlışlar ortaya çıkıyor.
Öncelikle bu yeni süreç ilk Barış Süreci’nden farklı özellikler taşıyor. İlk süreç esas olarak ülke içi dinamiklere bağlıyken yeni “süreç” bölgesel ve küresel dinamiklerin etkisiyle ortaya çıktı. Bu dinamiklerin en belirgin hedefi bölgede istikrarı sağlamaktı.
Kürt siyasal ve toplumsal hareketini askeri yolla tasfiye etmenin mümkün olmadığını gören iktidar bloku bu dinamiklere tabi oldu ve “terörsüz Türkiye” “Kürt-Türk Kardeşliği” gibi mottolar altında müzakereleri kabullendi.
Bu durum sürecin iç siyasetten bağımsız olduğu anlamına gelmiyor. Siyasal alanın tüm aktörleri, başta iktidar bloku olmak üzere, bu süreçten güçlenerek çıkmanın yollarını arıyorlar. Erdoğan yönetimi bu anlamda başı çekiyor.
Dünyadaki rejim değişikliklerine bakıldığı zaman Türkiye ile paralellikler açıkça görülüyor. Emperyalist-kapitalist sistemin “tek tip” elbiseye yöneldiği başka ülkelerdeki örneklerle de anlaşılıyor. Dolayısıyla Komisyon’dan toplumsal muhalefetin istediği gibi bir demokratikleşme çıkmasını beklemek aşırı bir iyimserlik olacaktır.
Bu hususa saplanıp bütün bir süreci inkâr etmek ve barış konusunu iktidarın devrilmesine bağlamak ise bir yandan barışı belirsizliğe ötelemek diğer yandan somut koşulların somut tahlili ilkesinin gözden kaçırmak anlamına gelecektir.
Günümüzün somut koşulları tüm dünyada ve ülkemizde barış savunusu yapmayı zorunlu kılıyor. Özellikle Ortadoğu’daki gelişmeler Kürt siyasal hareketini buna zorluyor. Aksi takdirde kanlı bir savaş ve belki de yok edilme riskiyle karşı karşıya kalınması hiç de küçük bir ihtimal değil.
Yukarıda değinildiği gibi ülke içi siyasal aktörler bu süreçten kendi güçlerini arttırarak, bu olmazsa siyasi hasımlarının gücünü zayıflatarak çıkmak istiyorlar. İktidar bloku bu stratejiyi açık bir şekilde uygulayarak Kürt halkını yanına çekmeyi, en azından muhalefet cephesinin dışına itmeyi hedefliyor.
Diğer yandan 40 yıldır silahlı mücadele sürdüren bir örgütün ve etkilediği kesimlerin kendi iradesiyle demokratik mücadele zeminini kabullenmesi ve buna uygun bir dönüşümü gerçekleştirmesi de kolaylıkla başarılabilecek bir dönüşüm değil. Savrulmalar ve bölünmelere yol açma riski olduğu 12 Eylül öncesinde silahlı mücadeleyi savunan örgütlerin sonraki süreçte yaşadıklarından görülebilen bir gerçeklik.
Bu dönüşümün zorluklarının ilgililer tarafından görüldüğü ise gerek Öcalan’ın gerek PKK Kongresi’nin gerek Bese Hozat’ın açıklamalarında yer alan emek, kadın, özgürlük, eşitlik ve sosyalizm gibi vurgulardan açıkça anlaşılıyor. Bu kavramların içinin nasıl doldurulduğu tartışmaya açık olsa da Kürt Hareketi, kendisini demokratik muhalefetin saflarında konumlandırdığını açıkça ilan ediyor. Böyle bir durumda solda yer alan politik oluşumların açıktan veya örtülü bir biçimde süreç karşısında olumsuz tavır almaları en azından yanlış bir stratejiyi savunmak anlamına geliyor.
Yeşil Sol Parti bu süreçten hemen bir demokratikleşme beklenilemeyeceğini, müzakere ve mücadelenin birlikte yürütülmesi gerektiğini, asli görevimizin silahların sustuğu ancak demokratik mücadelenin yükseltildiği bir ortam yaratmak olduğunu düşünüyor. Böylesi bir süreçte DEM Parti ile dayanışma içinde olunması, Sol bir odak ve Demokrasi Koalisyonu yaratılması ihtiyacına dikkat çekiyor.
Bu süreci ortak bir mücadele zemini olarak değerlendirmeden kuşkularımızı aşmak ve İktidar blokunu seçimle göndermek mümkün olmayacaktır.
* Ahmet Asena - Yeşil Sol Parti Eş Sözcüsü
Yorumlar (0)